Aslan: Ortak mücadele için 2028 seçimlerini bekleyemeyiz

İktidarın baskı ve şiddeti her geçen gün, her alanda daha fazla arttıracağına dikkat çeken EMEP Genel Başkanı Seyit Aslan, ortak mücadele ittifakları için daha fazla zaman kaybedilmemesi gerektiğini vurguluyor.

EMEP'TEN ORTAK MÜCADELE MESAJI

Seçim sonuçlarının ardından AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan bu sonuçlar karşısında yüzleşme yaşayacaklarını ifade etmişti. Fakat çok geçmeden 1 Mayıs’ta Taksim'e çıkmak isteyen işçi ve memur konfederasyonları ile işçilerin, partilerin önüne polisten oluşan duvar örüldü. 1 Mayıs’ın ardından ise çeşitli operasyonlarla onlarca kişi gözaltına alındı.

Emek Partisi (EMEP) Genel Başkanı Seyit Aslan tam da bu tabloyu hatırlatarak Erdoğan’ın seçim sonrası konuşmasında “IMF’siz IMF programına” sahip çıkarak zaten baskıyı arttıracağının sinyalini verdiğini söylüyor. Aslan, seçimden sonra mücadelenin olanaklarından anayasa tartışmalarına bu tabloyu ANF’ye değerlendirdi.

31 Mart’ta bir sonuç çıktı, AKP geriledi ama bu bir genel kazanım mı? Mesela 1 Mayıs'ta gördük ki AKP baskı politikalarına devam ediyor. Hemen seçim sonrasında AKP'nin eski politikalarını hiç terk etmemesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Seçim sonuçlarıyla da birlikte düşünürsek bunu nasıl değerlendirmek lazım?

31 Mart seçimleri saray rejimi için de, tek adam Erdoğan için de, Cumhur İttifakı'nı da kapsayacak biçimde açık bir yenilgidir. Bu yenilginin AKP ve Erdoğan açısından “Fabrika ayarlarına döner mi? Demokratikleşme olur mu” gibi birtakım beklentiler yarattığı da ortada. Gerek Kürt sorununun çözümü, gerekse ekonomik alanda vb. böyle beklentiler çokça yazıldı, çizildi. Ama şunu unutuyorlar seçim akşamı Erdoğan zaten 12’nci Kalkınma Planı ve 3 yıllık Orta Vadeli Planın (OVP) arkasındayız dedi. Şimşek'in ortaya koymuş olduğu IMF'siz, IMF programı dediğimiz, IMF'nin de -biz zaten bunları önerirdik kendilerine ama onlar sonuçta böyle bir programı uyguluyorlar- dediği ekonomik programı sürdüreceğiz dedi. Böyle bir programın uygulanması demek, zaten var olan baskı, şiddet politikaları, yoksullaştırma, işsiz bırakma, iş cinayetleri, Kürt sorununda savaş politikaları, sınır ötesi operasyonlar ve yine eğitim, sağlıkta uyguladıkları politikaları daha da derinleştirerek devam etmeleri anlamına geliyor. Nitekim Erdoğan da bunun arkasında durdu. Programın noktası, virgülüne kadar arkasındayım dedi.

1 Mayıs'ı düşündüğümüzde Anayasa Mahkemesi kararına rağmen Taksim'in yasaklı hale getirilmesi, bir kentin olağanüstü hal durumuna getirilmesi, emekçilerin önüne etten bir duvar örülmesi, bundan sonraki süreç için nasıl bir saldırı program uygulayacağını; işçilere, emekçilere, demokrasi güçlerine nasıl baktığının da en net göstergesi. Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve siyasal koşullar artık mevcut sermaye iktidarı ve sermaye açısından da yani Erdoğan açısından da geriye dönüşü olmayan bir program. Burada iki şey var: İşçi sınıfı ve emekçiler, Türkiye'nin demokrasi güçleri bu programı yırtıp atacak ve demokratik hak ve özgürlüklerini kazanacaklar. Bunun olmadığı koşullarda, bu programın hayata geçmesi için saray rejimi elindeki bütün baskı aygıtlarını kullanarak halkın ve emekçilerin mücadelesini ezerek devam edecek. Başka da bir yolu yok bunun hatta bir ortası da yok.

Cumhuriyet Halk Partisi'nin birinci parti çıkması da kitleler nezdinde, sanki iktidar bunların hiçbirini yapamayacakmış gibi bir algı oluşturuyor. Evet, Erdoğan ikinci parti konumuna düştü, seçimden yenilgiyle çıktı ama eski gücü olmadığı için de bunları yapamaz diye bir şey yok. Bunlar yanılgı çünkü 22 yıldır Erdoğan'ın sürdürdüğü politikaların temelinde sermayenin, uluslararası tekellerin çıkarlarını gözetmek var, ortaya konan programı uygulamak var, karşı çıkanları şiddet politikalarıyla ezmek var. Kobanê, Gezi davaları, üniversitelere ve belediyelere atanan kayyum, kadınların ve gençlerin mücadelesine karşı kullanılan şiddet ile toplum sindirilmeye çalışılıyor. Grevler de bunun için yasaklandı, ücretler bunun için baskılandı, emekli maaşları da bunun için düşük tutuldu. Sermayeye bunun için teşvikler verildi. Ekonomik olarak biraz daha rahat hareket ettiği bir dönem vardı. O dönem bütünüyle bittiği için de artık önümüzdeki dönemde, karşısına çıkabilecek her türlü demokratik hak arama eylemini bastırarak, şiddet uygulayarak bu programları hayata geçirecektir.

Bir taraftan böyle bir tablo var karşımızda ama bir yandan da 1 Mayıs'ta ortaya çıkan, özellikle sendikaların tutumu çok eleştirildi, CHP de dahil bu eleştirilere. Emeğin talepleri neden meydana yansımadı? Zira özellikle ekonomik anlamda gidişat çok sert, yeni enflasyon rakamları açıklandı, asgari ücret açlık sınırı altında kaldı, sizin de bahsettiğiniz programın sonuçları bunlar. Bu eleştirileri de göz önünde bulundurarak önümüzdeki dönem nasıl bir mücadeleye ihtiyaç var?

1 Mayıs'a hazırlık sürecinde bütün emek örgütleri ve sendikalar, demokrasi güçleriyle birlikte 31 Mart'ta yenilgiye uğrayan, gerileyen tek adama karşı sadece sandıkta değil, sokakta da kitlesel gösterileri örgütleyebilirdi. Ama ortaya çıkan sonuç şu ki, ne yazık ki emek örgütleri, sendikalar bu süreci hafife aldı. Bu süreçte üzerlerine düşen görevleri, sorumlulukları yerine getirmediler. Kitlelerin sandıkta oluşan tepkisini eyleme dönüştürme konusunda adım atmadılar. Yani işyeri toplantıları ve temsilci toplantıları yaparak, kendi kurullarını işleterek, en acil taleplerin tartışmasını sürdürerek esas olarak mitinglerde, gösterilerde, sokaklarda bir mücadeleyi örgütlemek üzere hareket etmeyince, sanki sandıkta gelişen tepkinin, hoşnutsuzluğun kendiliğinden alanlara yansıyacağı, kitlelerin de sokağa döküleceği düşünüldü. Bunun olmadığı da açığa çıktı. Demek sadece hoşnutsuzluk, rahatsızlık, tepkisellik yığınların sokağa dökülmesine yetmiyor, bunu örgütlemek gerekiyor.

Haliyle sadece seçim sonucu yeterli değil o zaman?

Tabii ki değil. Buradan bir ders ve bir sonuç çıkarmak gerekiyor. Siz de ifade ettiniz, asgari ücret yılın daha 4’üncü ayında açlık sınırının altına düştü. Türkiye'de asgari ücret, ortalama ücret haline geldi, yani milyonlarca işçi 8 ay boyunca açlık sınırının altında bir ücretle yaşamak zorunda kalacak. 10 milyon emekli sadece açlık sınırının altında bir ücretle değil, açlık sınırının yarısı bir ücretle yaşamlarını sürdürmek zorunda kalacak. Bunun yanında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yaptığı hazırlıkla iktidarın ortaya koyduğu 12’nci Kalkınma Programı ve 3 yıllık Orta Vadeli Programı'na bağlı olarak da çalışma hayatını bütünüyle yeniden, başka biçimlerle daha da esnekleştirecek, daha da güvencesiz hale getirecek, sendikal hak ve özgürlükleri bütünüyle kullanamaz hale getirecek. Şu an zaten çok zor sendikal hakları kullanmak ama bunun da ötesinde daha beter koşulların yaratılacağı çalışma süresi, kıdem tazminatı hiç etme dahil olmak üzere birçok konuda hazırlık var. 

Bir taraftan açlık sınırının altında ücret, bir taraftan iş yasalarının esnekleştirilmesi, cemaat ve tarikatların gerici müfredatının aynısını eğitim sistemine koyma planı ve milyonlarca MESEM’li çocuğun haftanın 4 günü ucuz emek olarak sömürülmeye devam edeceği bir sistemi sürdürme niyetindeler. İşin bir diğer tarafı da bölgedeki savaş politikaları. Zaten Irak'la yapılan ikili anlaşmalar ve görüşmeler bize şunu gösteriyor; önümüzdeki yaz boyunca bölgedeki çatışmalar ve operasyonların devamı gelecek. Bu da şu demek Türkiye işçi ve emekçilerinin, Türkiye halklarının daha fazla yoksullaşması, daha fazla baskı görmesi demek. Onun için emek ve meslek örgütleri ne yapıp ne edip bir ortaklık ve birlik kurmak zorundalar.

Sol, sosyalist partilerin Kürt Özgürlük Hareketi’nin geçmiş dönemlerde yerel seçimlerde de, genel seçimlerde de bir bütün olarak davranmadıkları açık. Henüz oranın sonuçlarını da ayrıntılı değerlendirmiş değiliz, bir araya gelip neyi ne kadar yaptık, neyi doğru, neyi yanlış yaptık sonuçlar çıkarmış değiliz. DEM Parti, TİP, Sosyalist Güç Birliği içinde yer alan partiler de dahildir. Hiç kimsenin ayrı davranma lüksü yoktur. Bütün bunları düşündüğümüzde, önümüzdeki dönemde bütün bu saldırılara karşı ortak bir cephe, ortak bir mücadele hattı, en acil taleplerden yola çıkarak bir birlik oluşturmak zorundayız. Bu da olmazsa olmaz temel meselelerden bir tanesi.

Buradan şunu da görmemiz gerekir, ana muhalefet partisi CHP, yerel seçimlerde birinci parti olarak çıkmış, birçok belediyeye almış olabilir ama bu şu anlama gelmiyor, ana muhalefetin mevcut olan sistemin çarklarını değiştirebilecek, kırabilecek, demokratik hak ve özgürlükleri geliştirecek, işçilerin refahını yükseltecek bir politikalarının olacağı anlamına gelmiyor. En azından hem CHP, hem de tabanı üzerinde bir baskı oluşturmak açısından Türkiye'deki sosyalistlerin ve aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi'nin de içinde olduğu bir ortak mücadele hattından bahsediyorum. İşçi sınıfının, emekçilerin sorunları ve Türkiye'deki demokrasi sorununda bir parçası olan Kürtlerin yaşamış olduğu sorunların ele alınması meselesi en yakıcı konular. Burada ortak bir mücadelenin örgütlenmesi konusunda nasıl bir mücadele programı oluşturacağız, bunları tartışıp konuşup önümüze bakmamız lazım. 2028 seçimlerini bekleyemeyiz. AKP-CHP görüşmeleri, Erdoğan’ın siyaseti yumuşatmamız gerekiyor demesi sorunu çözmüyor, çözmez. Sermayenin geçmiş yıllarda ekonomik programların uygulanması için farklı partileri aynı koalisyon içinde buluşturduğunu biliyoruz. DSP-ANAP-MHP, SHP-DP, RP-DP gibi çokça oluşum denendi, bunlar Türkiye’nin temel sorunlarını, işçi ve emekçilerin sorunlarını, Kürt sorununu çözmedi.

Geniş bir mücadele hattından bahsettiniz, peki Emek ve Özgürlük İttifakı önünde bahsettiğiniz gibi bir gündem var mı?

Emek ve Özgürlük İttifakı içerisinde olan siyasi partiler, sosyalist güçlerin hepsi Emek ve Özgürlük İttifakı önümüzdeki dönemde genişleyerek, güçlenerek devam etmeli diyor ama bu sadece bir niyet beyanı. Niyet beyanıyla bu işler olmaz. Ortada somut bir durum var, biraz önce ifade ettim, hem işçi sınıfına dönük saldırılar, hem Kürt sorunun demokratik ve eşit haklar temelindeki çözümüne yönelik. Operasyonların durması, Ortadoğu'da mevcut tek adam yönetiminin emperyalistlerle olan işbirliği politikalarının son bulması, Türkiye'deki NATO üslerinin, ABD üslerinin kapatılması da dahil olmak üzere böyle bir mücadele programına ihtiyaç var. Somut ve pratik adımların atılması lazım.

Şu an Türkiye’de temel sorunların başında işçi sınıfının ve emekçi halkın yaşamış olduğu yoksulluk, işsizlik, sefalet, düşük ücret, sendikal hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, iş cinayetleri ve Kürt sorunu gelmektedir. Bu sorunların çözümü için adım atmalıyız. Bölgedeki operasyon ve çatışmaların durmasını sağlayacak bir mücadele hattı için de adım atmak gerekir. Filistin’de yaşanan katliama ve soykırıma karşı da mücadele örgütlenmeli. Bunun için halkı, fabrikalardaki işçileri, kadınları, gençleri örgütlemek gerekir. 31 Mart'ta sandığa yansıyan bu tepkinin ve değiştirme iradesinin pratik olarak halkın, işçilerin “bu benim kendi örgütlü mücadelemdir” diyebileceği bir hatta çekilmesi lazım. Bunun için de siyasal bir mücadele ihtiyaç var.

Son olarak bir de yeni anayasa tartışmaları var, AKP yeni bir anayasa hazırlamak istiyor. Çalışma hayatı için neler tasarladığını az çok anlattınız. Siz bu anayasa tartışmalarını nasıl ele alıyorsunuz?

Cumhurbaşkanı'nın ortaya attığı anayasa tartışmaları gerçeklere yaslanan tartışmalar değil. Herkesin de bildiği, ortada bir 12 Eylül Darbe Anayasası var. Bizim bu anayasayı sevdiğimiz, iyi bir anayasadır diyeceğimiz bir durum söz konusu değil. Ama bu anayasanın kendisinin bile burjuva hukuku tarafından yapıldığını biliyoruz. Ona rağmen buna bile uymuyor, Can Atalay kararı, Taksim kararı, Selahattin Demirtaş ile ilgili verilen kararlar ya da Anayasa Mahkemesi’nin daha önce verdiği başkaca kararlar vardı, daha bunlara uymuyor.

Bu çok açık ki 22 yıllık yolsuzluk, yasaklar ve yoksulluğun getirdiği tıkanmayı bütünüyle kendi iktidarını güvence altına alabilecek, bugün fiili olarak yaptıklarını da anayasa yazdıracak bir anayasa istiyorlar. Yani tek adama, Saray rejimine, Cumhur İttifakı'na dokunulmazlık veren bir anayasa hazırlıyorlar. Bunun da işçilere, emekçilere, halka, Kürtlere, Türkiye'nin yaşayan bütün farklı kimliklere bir katkısı yok. O açıdan da böyle bir anayasa tuzağına düşmemek gerekiyor. Türkiye'nin temel sorunlarının çözümü konusunda tartışmak, konuşmak, bu konularda adım atmasını istemeliyiz iktidardan. Bunların çözülmesi için mücadele etmeliyiz. Başka türlü Erdoğan anayasası olur zaten.