GÖRÜNTÜLÜ

Altun: Türkiye'nin politikası iflas etmiştir, Rusya geri adım atmayacaktır

Altun, “Türkiye, Rusya gibi bir ülkeye kafa tutuyorsa, bu daha çok oradaki Amerika’ya, koalisyon güçlerine, NATO’ya sırtını vererek, adeta bu iki gücü karşı karşıya getirmenin çılgın bir provokasyonu içinde olduğu anlamına gelir” dedi.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Rıza Altun, “Türkiye, Rusya gibi bir ülkeye kafa tutuyorsa, bu daha çok oradaki Amerika’ya, koalisyon güçlerine, NATO’ya sırtını vererek, adeta bu iki gücü karşı karşıya getirmenin çılgın bir provokasyonu içinde olduğu anlamına gelir” dedi.

Kapitalist modernitenin kendi krizini aşmak için yarattığı krizin en derin halinin Ortadoğu’da yaşandığını belirten Altun, “Şimdi DAİŞ’in ortaya çıkması ve yaptıkları, dışarıdan bir müdahaleyi kolaylaştıracak kadar barbarcadır ve Ortadoğu’da değişimi kendi lehine geliştirmek isteyen uluslararası güçler, topluma dayatmış oldukları DAİŞ’in gerçekliğini topluma yaşatarak, adeta toplumun kendisini bir kurtarıcı ve kendisine teslim olmanın muazzam bir aracı haline getiriyor” değerlendirmesinde bulundu. 

Ortadoğu’da üç temel çizginin var olduğunu belirten Altun; “Birincisi; uluslararası güçlerin geliştirmek istediği bir çizgidir. Onların geliştirdiği bir siyasettir. İkincisi; bölgesel hegemonik güçlerin geliştirmek istediği bir çizgidir. Üçüncü bir çizgi ise, PKK’nin 40 yıllık mücadelesini ve paradigmasının ortaya koymuş olduğu ve kısmen onun Rojava’da ifadesini bulan bir çizgi ve onun mücadelesini ve direnişidir” dedi.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Rıza Altun Ortadoğu’daki son gelişmeleri Anf’ye değerlendirdi. 

Ortadoğu neden hep bir kriz bölgesi olarak tanımlanır?

Eskiden beri Ortadoğu bölgesi bir kriz bölgesidir. Öncelikle bunu belirtmek gerekiyor. Fakat esas olarak bizim üzerinde tartıştığımız durum, daha çok kapitalist modernitenin kendi krizini aşmak için dünyaya ve Ortadoğu’ya vermek istediği biçim ve bu biçimle gelişen bir kriz vardır. Doğu blokunun çözülmesiyle birlikte dünya hali çok tartışıldı. Eskiden iki kutuplu bir dünya vardı; birisi Sovyetlerin başını çekmiş olduğu Doğu Bloku, bir de ABD’nin başını çektiği ve bizim kapitalist modernite diye tanımladığımız bir blok içindeydi. Daha sonra Doğu Blokunun çöküşüyle birlikte dünyanın nasıl bir şekil alacağı konusu çok büyük tartışmalar yarattı. Ama şu bir gerçek; kapitalist modernite yaşamış olduğu krizi giderek konjonktürel bir değer kazandı. Yani artık kapitalist modernite, kendisini mevcut haliyle sürdürülemez bir durum içerisine girdi. Reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte bu kriz gerçeği yüzeye vurdu. Geçmişte bu biliniyordu bir biçimde. İki kutbun sürekli birbiri ile egemenlik çatışması, krizi bir şekilde nötralize edebiliyordu.

Fakat Doğu Bloku devreden çıktıktan sonra ABD’nin başını çektiği bir dönemde kapitalizm krizi birçok nedenlerle kendisini ortaya koydu. Yani kendisini tartışılır duruma getirdi. Kapitalizmin kendi krizinden çıkmasının bir arayışı ortaya çıktı. Bu arayış önemlidir. Yani kapitalizm, kendisini var eden temel esaslar üzerinde kendi sistemini artık yürütemez bir durumdadır. Eğer bunda ısrar ederse ne kendi iktidarını, ne kendi hegemonyasını, ne de kapitalizmin kendini sürdürebilir imkanlarını koruyabilir. Bunun sorgulanması, bu krizin aşılmasının bir arayış sürecini başlattı. Bu arayış dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli şekillerle kendisini yüzeye vurdu. Bu Avrupa’da, ABD’de, Latin Amerika’da ortaya çıktı; özellikle Doğu Blokunun yıkılmasından sonra Doğu Blokunun hakim olduğu alanlarda ortaya çıktı. Birçok şey sorgulanmaya başlandı. Bunların hepsi bir noktada bir sonuç ortaya çıkardı, demek için henüz erkendir. Belki birçok yerde hakimiyet sağlanmış olabilir, yeni model arayışları ortaya çıkmış olabilir, ama bu kapitalizmin kendi krizine çözüm bulup bu bulduğu çözümlerle rahatlıkla kendi sistemini yürütebileceği bir sonuç değildir. Belli bir biçimde yapılanma vardır. Bu yeniden yapılanma modernitenin kendisini sürdürebilmesinin bir yapılanmasıdır; ama bir de bu yapılanmanın olduğu her yerde mevcut kapitalizme karşı yeni anlayışlar, yeni yaklaşımlar ve yeni arayışlar da ortaya çıkıyor. 

AB MODELİ

Kapitalizmin kendi krizinden çıkması için iki model üstünde tartışılabilir.  Birincisi; AB neyi ifade ediyor? Bu çok önemli bir durumdur. AB aslında bir yanıyla baktığın zaman şimdiye kadar bildiğimiz kapitalist moderniteyi tümden reddetmiş bir yapılanma değildir. Ama bildiğimiz, özellikle de geçen yüzyıllardaki kapitalizmin o biçimini de tam yansıtmıyor. Neye dayanıyordu mesela? Daha önceki kapitalizm devlet gerçeğine dayanıyordu. Bu eksen üzerinde dünya sistemi kuruluyordu. Ve toplumlar bu sistemin bir parçası biçiminde bir dünya sistemi ortaya çıkarıyorlardı. Ama AB’ye baktığımız zaman, kapitalizmin ilk evresi ya da bizim ikinci evre diye tanımladığımız dönemlerde, böyle bir politika uygulandığı halde; özellikle de içinde yaşadığımız yüzyılda, ya da 70’lerden sonra bu değişmeye başladı. Ne oldu? AB modeli ortaya çıktı. AB modeli işte kıtasal durum esas alınarak, kıtasal birlik esası üzerinde yeni bir oluşum ortaya çıktı. İşte AB ülkelerindeki ulus-devletlerin gevşemesi, birtakım sosyal-siyasal hakların gündeme gelmesi, sınırların ortadan kalkması, ekonomik birliklerin oluşturulması, para birliklerinin oluşturulması, ortak hareket noktalarının oluşması gibi birçok yenilik ortaya çıktı.

Şimdi AB Birliği, o zaman kapitalist modernitenin içinde bulunduğu krizden çıkmanın bir yaklaşımı olarak ortaya çıkan bir denemedir. Belli bir noktadan, Avrupa’dan başladı, Avrupa’da yerleştiği oranda da genişleme ısrarı gösteren bir yol izliyor. Herkesi hemen içine alarak bir sistem kurma gibi bir durum değil. Bir denemedir bu. Burada kapitalizmin yeniden oluşturulma halidir. Burada birçok değişiklik var. Avrupa’yı tartıştığımız zaman, AB demokrasisi, sosyal hakları, insan hakları, özgürlükleri biçiminde bir yaklaşım sergileniyor. Aslında bunlar göstermelik şeylerdir. Esas olan değişmemiştir. Kapitalizmin kendisidir. Ama kapitalizm daha önceki halinde değişiklikler yaratmıştır. Yani krizine neden olan esasları görmüş ve bu temel esaslarda belli değişimler yaratmak istemiştir. Bu basite alınacak bir şey değildir, ama bizim burada çıkaracağımız bir sonuç var; kapitalizmin eski haliyle kendisini sürdürememe krizinin Avrupa’daki görülme halidir. Ama bu krizin aşılmasında başvurulan metotlardır. Şimdi o zaman şu soru sorulabilir; kapitalizm aşırı derecede iktidarlaşmış, baskı, sömürü, talan sistemiyle kendisini sürdürmesi mümkün değil. Sadece toplumlar açısından değil, doğa açısından da bu böyledir. O zaman kendisini gözden geçirerek kendi krizini yok olma derecesine gelmesine fırsat vermeden bunları aşmanın yaklaşımını göstermesi gerekiyor.

Baktığımız zaman AB’de bu anlamda bazı gelişmelerin olduğunu görüyoruz. Ama bu gelişmeler demokratik devrimci sosyalist gelişmeler anlamında değildir. Kapitalizmin kendisini yenileme anlamında bir gelişmeyi ifade ediyor. Ama bunu eğer demokrasi ve sosyalizmle bağını kurarsak demokrasi ve sosyalizmin toplumsal varoluşun temel esası olduğu için bu temel esasla bağlantılı ancak çözümler üretildiği zaman sistemlerde kendi krizini çözebilirler. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz; kapitalizm bir yanıyla kendisini yenileyerek var etmek isterken toplumsal varoluşa göre, toplumsal sürekliliğe göre kendi çözümlerini bulmaktan başka seçeneği yoktur. Bu da bize kendi paradigmamızın doğruluğunu, sosyalizmin doğruluğunu, özgürlük ve eşitliğin ancak bu zemin üzerinde gelişebileceğini kanıtlayan bir durumu ifade ediyor. Bu bir modeldir. 

İkinci model ise ABD’nin başını çektiği bir model var. Özellikle Doğu Blokunun ortadan kalkmasıyla tek kutuplu bir zihniyet başta hakim hale geldi. Fakat gerek kapitalizmin kendi gevşekliği, gerekse dünyanın iki bloka ayrılmasından sonra gelişen savaş, çatışma ve soğuk savaş döneminin yöntemlerini zaten kapitalizmin krizini artık taşınmaz hale getirmiştir. O zaman Doğu Bloku kalktıktan sonra aslında bütün dünyanın bir yanıyla tek kutuplu oluşum hali imkanının ortaya çıkardığı bir sevinç yaratırken, diğer taraftan da kapitalizmin kendisini sürdürebilmenin imkansızlığının da gerçeğini, bunalımını ortaya çıkardı. Çünkü sorunlar kendini açığa çıkardı. O zaman ABD’nin başını çektiği bir dünya egemenlik siyasetinin nasıl olması gerektiği konusunda bir uygulamada ABD’den ortaya çıkarıldı. Bu neyi öngörüyor; bu da kapitalizmin temel ayaklarının kendisini sürdürülebilecek bir düzey de reforme edilmesini hedefliyor. Köklü bir kapitalizmi var eden esasların değişimini içermiyor. 

ULUS DEVLET ARTIK AĞIR GELİYOR

Proje tarzı bir çözüm mü?

Kendisini sürdürülebilir bir duruma getirme biçimidir. Mesela ulus-devletler artık ağır geliyor. Avrupa modelinde ulus-devletler biraz daha ileri düzeyde aşılmayı hedefliyor. Ama ABD’de bu düzeyde değil. ABD’de ki model daha çok ulus-devletlerin biraz daha reforme edilebilir hale gelmesidir. Çünkü ulus-devlet aşırı bir merkezileşmeyi ifade ediyor. Yani siyasal otoritenin merkezileşmesi, ama bir de toplum farklılıklarının gözetilmeden herhangi bir etnik güçte merkezileştiği bir çıkmazı ifade eder. Ulus-devlet böyle bir olgudur. İşte bir etnik kimlik temelinde bir ulusal örgütlenme vardır, ama bu etnik kimlikle oluşmuş bir örgütlenme aynı zamanda devletin egemenliğiyle bütünleştirilerek devlet ulus birliğine varır. Devlet siyasal egemenliğinin tekliği ulus ise, etnik ya da dini varlığın tekliği esası üzerinde kendisini var eder. Bu kapitalist bir proje olmasına rağmen, kapitalizmin ortaya çıktığı güne kadar bu sistem uygulanmasına rağmen çok başarılı olduğu söylenemez.

Devletin aşırı derecede merkezileşerek toplum üzerinde istediği gibi sonsuza kadar kendisini var etmenin bir çaresi olmadığı ispatlanmıştır. En ileri düzeylerde devlet biçimleri uygulanmıştır. Mesela merkantilist kapitalist dönemindeki devlet biçimleri, rekabetçi dönemdeki, daha çok endustriyalizm biçimindeki devletlere, tekellerin ortaya çıkardığı, emperyalizmin ortaya çıkardığı devlet modellerine baktığınız zaman bu devlet modellerinin temelinde bu vardır. Ama bütün bu uygulamalara rağmen de bir toplumsal gerçeklik toplum mühendisliği ile değiştirilip bir biçim kazandırılarak onu sonsuza kadar götürebilecek bir durumun olmadığı da ortaya çıkmıştır. O zaman eski haliyle yürüyemez hale geldi. O zaman dünyada birçok şeyin değişmesi gerekir. Eğer mevcut Doğu Bloku ortadan kalkmışsa, yeni bir devrimci dalganın gelişmesini beklemek gerek her zaman. O zaman yeni bir devrimci dalganın ortaya çıkmasının önüne geçebilmek için toplumdan gelecek reaksiyonları, tepkileri nötralize edebilecek yeni bir modele ulaşmak gerekir. Eski ulus-devletler, bu kadar merkeziyetçi ulus-etnik kimliğe dayalı devlet bir varlık. Burada birçok etnik, inanç, kültür toplulukları yok sayılıyor. Ama bir de toplum sosyal kesimlerden oluşuyor. Sınıflardan, sosyal kategorilerden, oluşuyor. Farklı kesimlerden oluşuyor. Bütün bunlar varlığını koruyor. Ama devlet bunların üzerinde tek.

O zaman buna bir çözüm üretilmesi gerekiyor. Kapitalizm krizi buradan ortaya çıkıyor. Bütün bu durumlara en azından kısa sürede cevap olabilecek bir çözümün üretilmesi gerekir. Avrupa modelinin aynısı olmasa da ABD’nin önüne koymuş olduğu dünya projesinde daha çok merkezileşmiş devlet sisteminin biraz esnetilmesi, biraz küçültülmesi, ulus-devlet sistemlerinde ise sadece bir etnik güce dayalı ulus-devlet sisteminde belli bir yumuşamanın yaratılması hedef haline getirildi. Şimdi bu birçok yerde uygulanıyor. Latin Amerika’da, ABD’de, AB’de uygulanıyor. Zaman zaman da 70’lerden bu yana dikkat edilirse gündemler oluşuyor. Bir dönem Rusya’nın ortadan kalkmasıyla Doğu Avrupa gündemdeydi. Bir dönem Kafkasya, 70’lerde Latin Amerika, Uzak Doğu, Hindistan, Çin vb. yerler gündemdeydi. Buralar yaşandı. O yaşananları görmemezlikten gelemeyiz. Burada neler yaşandı?

Bu dünya sisteminin yeniden kurulmasında bölgede yaşananlar neydi, değişen nedir, şimdi ortaya çıkan sonuçlar nelerdir?

Mesela 70’lerden önce Latin Amerika’da yaygın gerilla savaşları vardı. Nasıl bitti bu gerilla savaşları, birden bire. 50’lerden başa 60-70’lere kadar Latin Amerika’da hemen hemen bütün ülkelerde gerilla savaşları vardı. Ama bu gerilla savaşları bitti ardında mücadele bitmedi. Latin Amerika’ya şu anda baktığınız zaman gerilla savaşları ikinci plana düşmüş, toplumsal ve siyasal mücadeleler değişik biçimde boyutlar kazanarak farklı bir biçimde kendisini yeniden gündemleştiriyor. Şimdi doğu Avrupa’ya baktığın zamanda aynı şeyi görürsün. Doğu Avrupa’daki kırılmalar daha farklıdır. Diyelim ki Doğu Avrupa daha önce Doğu Bloku içerisinde bir bütünlüğü oluştururken Doğu Blokunun çökmesiyle birlikte burada direkt olarak kapitalizmle bütünleşmenin eğilimi ağır bastı. Hangi ülkeyi ele alırsan al daha çok kapitalizmle bütünleşme özlemi aslında reel sosyalizmin yıkılışında temel bir dalgaydı. Yani farklı bir özgürlükçü arayışın damgasını vurduğu bir gelişme yaşanmadı bu ülkelerde, bir çözülme yaşandı. Bu doğal, çünkü Doğu Avrupa daha çok Avrupa kökenli olduğu için bu bağı kurması doğal. Şimdi oradaki çözülme ise daha çok AB’ye akma biçiminde ya da kapitalizmin çeşitli kurumlarında evrensel kurumlarında kendisini ifade etmek temel çıkış noktası oldu. Macaristandır, Yugoslavyadır, Bulgaristan ülkelerine baktığın zaman bunu daha rahat görürsün. İki şey bunlarda çok net; bir AB’ye kapağı atmak, iki mümkünse NATO’da ve uluslararası kuruluşlarda yer almak. Bir kapitalizme kayış yaşandı. Öbür tarafta Kafkaslara baktığın zaman çok daha farklı bir durum var. Ki Kafkaslardan Asya’ya, Orta Asya’ya uzanan büyük altüstler orada da yaşandı. Orada da tümden sorun çözülmese de eskiyi aşabilecek bazı statüler ortaya çıktı. Şimdi bu bir çözüm değil. Ama yeni dünya düzeninin yeni gelişmeleridir. Bütün bunlar olurken, Ortadoğu çok gündemde değil. 

KAPİTALİST MODERNİTE DERİN BİR KRİZ İÇERİSİNDEDİR

Hangi döneme kadar tam olarak?

Körfez savaşından önce yavaş yavaş gündemleşti. Esas olarak Körfez savaşından sonra bu mevcut durumun Ortadoğu’ya yansıdığını insan söyleyebilir. Ortadoğu en son gelinen yerdir aslında. Yani şu anda dünyanın diğer yerlerine baktığımız zaman her şey çözülmese de nispeten bir durağanlık vardır. Şekillenme yavaş yavaş devam ederken, şekillenme karşısında farklı anlayışların yavaş yavaş ortaya çıktığı bir durum var. Ama çok gündem değildir, eskiden gündemdi. Hatırlarsınız; Macaristan’ın, Yugoslavya’nın dağılma dönemi, ki on yıl kadar çatışmalarla sürdü. Bir dönem Kafkasya’daki çatışmaları hatırlarsınız. Bunların hepsi yaşandı orada.

Latin Amerika’da da yaşandı. Eskiden gerilla mücadelesi vardı, bir de ABD diktatörlüğüyle kurulmuş işbirlikçiler vardı. ABD daha çok işbirlikçileriyle gerillaları bastırma temelinde, gerillanın ise bu diktatörlüklere karşı mücadelesiyle ifade edildi. Ama öyle bir noktaya geldi ki, bir denge kuruldu. Gerilla mevcut durumu yenebilecek bir güç ortaya çıkartamadı. Bazı ülkelerde devrim olsa da hepsine yayılmadı, ABD’de mevcut diktatörlükleri destekleyerek bir sonuç elde edemedi.

Bir denge ortaya çıktı ve bu denge dünya değişimiyle birlikte bir yanıyla Latin Amerika’da ki o faşist diktatörler dediğimiz yönetimlerde bir değişim ortaya çıktığı oranda, gerillanın da kendisini sorgulayarak mevcut tarzı ve yöntemleriyle sonuç alamayacağı ortaya çıktı. Ve 20-30 yıllık bir durağanlıktan sonra Latin Amerika’da bu seferde yeni bir arayış olarak daha çok siyasal, toplumsal, sosyal, örgütsel, çeşitli akımlar biçiminde yeni bir akım ortaya çıktı. O zaman burada çatışmasızlık halleri yok. Bugün değil, bugünü görmemek lazım. Bugün olanlar orta doğuda olanlardır. Ama bunda önce dünyanın bu hallerini görmek lazım. O zaman şu tespitten hareket etmek gerekir; Önderlik her zaman vurguluyor. Bir, kapitalist modernite derin bir kriz içerisindedir, kendisini eskisi gibi sürdüremez bir durumdadır. Kendisini reforme ederek yenilemenin arayışı içerisindedir ve bunun uygulamalarını yapmaktadır. 70’lerden beri bu başlamıştır. Ve zaman zaman dünyanın değişik yerleri gündemleşerek bu oluşum süreci başlamıştır. Fakat Ortadoğu en geç gelinen yerdir. Bunu da anlamak lazım.

Ortadoğu sistemin son halkası mı?

Ortadoğu bir sefer kapitalist modernitenin ilk dünya sistemi olduğu dönemlerde de kapitalizmin en son gelmiş olduğu yerdir. Ve en son kapitalizmle bütünleşen bir coğrafyası var. Bu coğrafyanın kendisine özgü tarihsel, toplumsal, inançsal nedenleri var. Bu coğrafya çok farklı bir coğrafyadır. Dünyanın diğer yerleriyle farkını burada kesinlikle görmek gerekiyor. Hem tarihsel oluşum halleri, yaşamış oldukları tarihsel süreçler, hem toplumların buradaki şekillenmeleri, iç içelikleri ortaya çıkan inançlar, inançlardan kaynaklı mezhepler ve bunların yaratmış olduğu siyasal ve toplumsal sistemler çok daha farklıdır. Çok daha derin ele alınması gereken bir konudur. Bir de bu coğrafya uzun yıllar uygarlığa, demokratik uygarlığa ev sahipliği yapmış binlerce yıl süren bir demokratik uygarlık toplumu var.

Ama bir de sınıflı devletin ortaya çıkardığı merkez burasıdır. Sınıflı devlet uygulaması çıktığında M.Ö 4000’li yıllarda Sümerlerle başlayan bu uygarlık ta M.S 1500’lere kadar uygarlık merkezi olarak rol oynamış bir Ortadoğu coğrafyasından söz ediyoruz. Bundan 1500 yıl sonra ortaya çıkmış bir kapitalist uygarlığın, bütün tarihi birikimlerin gelişmelerini hemen hiç görmezlikten gelip de buraya hakim olup kendisini inşa etmesi zaten düşünülemez. Bu mümkün değildir. Onun için burası kapitalizm için en son girilen bir yerdir. İstemediği için değil, giremediği içindir. Çünkü kapitalizm geliştiği zaman Ortadoğu gerçeği kapitalizmden çok daha ileri bir boyuttaydı.

Gelenekler, siyasallaşma, toplumsallaşma, zenginlikler bakımından çok daha ileri düzeydedir. Öyle sadece vahşi bir kapitalizmle, sermaye birikimiyle ortaya çıkmış dünyanın değişik yerlerinde hakimiyetini sağlayıp sermaye gücüyle oraya girmek mümkün değildir. Buna birikimleri yetmiyor. Bunun için kapitalizm Ortadoğu’ya çok geç girmiştir. Kapitalizm esas olarak batıda ortaya çıkıp kendisini şekillendirdikten sonra, 1400-1500’lerde kapitalizm ortaya çıktıysa bunun Ortadoğu’ya girişi esas olarak 17- 18. yüzyılın başlarında yavaş yavaş başlamıştır. Yüzyıl süren bir giriş çabaları sonucunda dünya savaşlarıyla birlikte ancak kapitalizm Ortadoğu’ya tam olarak girebilmiş ve kendi sistemini taşırabilmiştir. 

1.Dünya savaşından önce Ortadoğu’da ulus-devletler yok. Etnik, inanç toplulukları vardır. Bunlar vardır, ama bunlar ulus-devletler biçiminde örgütlenmiş bir topluluk değillerdir. Ama kapitalizmin varlığı bir ulus devletle mümkündür. Ulus devletin olmadığı yerde kapitalizmin o dönemde olma şansı yoktur. İkincisi Endüstriyalizm. Endüstriyalizm, kapitalizmin temel ayaklarından bir tanesidir. Ama endüstriyalizm denen olay aşırı bir meta üretimi ve meta üretiminin kara dönüşmesinin bir pazar sistemini gerektiriyor. Ulus devlet aynı zamanda bir yanıyla Pazar sisteminin mekanı iken diğer taraftan da kontrol kurmuş bir devlet sistemidir.

O zaman ulus devlet yoksa endüstriyalizmin kendisini ifade etmesi mümkün değildir. Bunun için kapitalizm beş yüz yıl beklemek zorunda kaldı. Ve kendisini dünya çapında olgunlaştırıp etkili bir hale getirdiği oranda ve kendisini Ortadoğu’ya taşıma gücüne eriştikten sonra Ortadoğu’ya girme söz konusu oldu. Tarih olarak belirtilirse 1.Dünya savaşından sonra fiili bir giriş oldu. Daha önce denemeler var. 1780 yıllarında Napolyon’un Mısır’a kadar gitmesi. Ya da İngiltere’nin aynı dönemlerde Hindistan’da yaptıkları ve giderek Mısır üzerinde Ortadoğu’da geliştirmek istedikleri vardır. Ondan önceki ideolojiktir. Oryantalist ideolojinin yaklaşımı vardır. O yaklaşım bir örgü ortaya çıkarıyor. Yani geri, disiplinsiz, dağınık, medeni değil, iktidar yok, ulus yok gibi aşağılamalarla sürekli kötülenen bir ideolojik yaklaşım vardır. Oryantalizmin temel ideolojik yaklaşımıdır. Bunun 13. yüzyıldan 1789’lara kadar olgunlaşma hali üzerinde İngiltere ve Fransa’nın Ortadoğu’ya girme teşebbüsleri vardır.

Özellikle de Mısır ve Hindistan üzerinde giriş deneyimleri vardır. Fakat bu girişimler çok etkili ve başarılı girişimler değil. Etkili ve başarılı girişimler olmadığı için 100 yıl süren bir durum var. Kaldı ki bu dönemde burada da bir siyasi durum var. Osmanlı imparatorluğu, İran’ın temsil ettiği imparatorluklar var. Hindistan, Çin vb. Burada geçmiş uygarlıklar halen varlığını korur pozisyondadır. Bunların varlığını kısa sürede aşabilecek bir başarı söz konusu değildir.

O zaman 1800’ün başlarından 1900’un sonlarına kadar ki süreçte sürekli kapitalist açılım ve girme vardır. Ama kapitalizm bütün bedeniyle bu alanlara girme gibi bir durumu ortaya çıkaramamıştır. Daha çok askeri ve politik çıkarları temelinde bir paylaşım ve yaklaşımı ön plandadır. Çok başarılıda değildir. Esas olarak ne zaman geldi? 1900’lerden sonra. 1900’lerden sonra Avrupa’nın en güçlü olduğu dönem, özellikle de İtalya ve Almanya’da ortaya çıkan ulusal birlikle güçlenen bir Avrupa, kendi içerisinde daha çok egemenliğin paylaşılması çelişkilerinin yarattığı dürtülerle daha fazla yayılmak istedi. Ve bu yayılma üzerinde 1. Dünya savaşına geldik.

1. Dünya savaşına gelmeden önce, Ortadoğu’ya girmenin yolu; 1- Osmanlı’nın oradaki hakimiyetinin son bulması gerekiyor. 2- İran’ın var olan egemenliğinin eski bir biçimde sürdürülmemesi gerekiyor. Hindistan ve Çin benzeri birçok alanın yeniden güçsüz bir duruma gelmesi gerekiyor. 1900’lerden sonra baktığımız zamana kadar etkili olan bu güçler, 1900’ler sonrası Osmanlı, Rus, İran ve Hindistan imparatorluğu dahil hepsi darmadağın oldu. Ve yeniden bir paylaşım yaratıldı. Ve Ortadoğu’nun haritası, siyasi haritası yeniden çizilerek yapay bir harita oluşturulmaya başlandı. Ve bu yapay harita kapitalist dünya gereklerine göre oluşturuldu. Kapitalizmin oraya girebilmesi için ulus devlet istiyordu.

Eski imparatorluk türü imparatorluklarla orada kapitalizmi geliştirmek mümkün değildir. Bunların varlığı kapitalizmin önünde engel teşkil ediyordu. Çünkü bunlar ne olursa olsun yine de toplumların tek tip topluma dönüşmesinin yönetim sistemleri değil, bu imparatorluklar. İmparatorluklar aynı zamanda toplum üzerinde bu kadar hakim güçte değillerdi. 

Aşırı bir merkezileşme yok? 

Merkezi değillerdir. İmparatorluğun belli bir hakimiyeti, hegemonyası var; ama bir devlet olarak bütün hakimiyet sahasındaki toplumun hepsi üzerinde dakik mekanizma kurma şansı yoktur. Örnek olarak; ta Libya’ya kadar, yani kuzey Afrika’ya kadar hakimdi. Peki Osmanlı imparatorluğunu yöneten merkezi sistem, Kuzey Afrika’daki bütün köy, kasaba, kentler üzerinde ve orada yaşayan bireyler üzerinde bir devlet mekanizması mıydı, değildi. Ama kapitalizmin olması için bunun olması gerekiyor.

Dünyanın küçük parçalara bölünmesi ve küçük parçalara göre ulus formunda yeniden örgütlendirilmesi, ve ulus formunun da devletle bütünleştirilerek devlet hegemonyasıyla bir hakimiyet sağlaması gerekiyor. Ve bu hakimiyet aynı zamanda o ulus devlet sistemi içerisinde yer alan büyün bireylerin hiç şaşmaz bir şekilde devlete bağımlı bir hale gelmesi gerekiyor. Devlet kontrolüne girmesi gerekiyordu. Şimdi Ortadoğu’da bu ortaya çıktı. Ortadoğu’da yeniden bir harita oluşturuldu.  Ve bu sancılı bir durumdur. Tarihsel toplumsal yapısıyla uzlaşan bir sistem değil. Sen bu sistemi Latin Amerika’da ya da başka yerlerde bir biçimiyle uygulama şansına sahip olabilirsin.

Çünkü insanlığın dünyaya dağılımı ve değişik yerlerde yaratmış oldukları ulusallıklar tarihten bir döneminden başlayan bir özelliğe sahiptir. Ama Ortadoğu’nun köklü bir yapısı vardır. Hem demokratik uygarlığın köklü ve tarihsel derinliklerine sahiptir. Hem de sınıflı devletli uygarlığın köklerine sahiptir. Aynı şeyi burada kolay yapamazsın. Onun içinde parçalayıp bölmek ve parçalayıp bölünenleri ulus devlet biçiminde örgütleyerek endüstriyel bir sistem içerisine çekilerek örgütlendirilmesi gerekiyordu. Ortadoğu’da kapitalizmin girişi bu esas üzerinde gelişiyor. 

Kapitalizm, 1.-2. Dünya savaşında böyle girdikten sonrada aslında hiçbir zaman istikrar sağlayamadı. Ortadoğu halklarına istikrar diyebilecek ya da Ortadoğu halklarının olumlayabileceği hiçbir şey vermedi. Çünkü ne yaptı? Ortadoğu’da var olan halkların varoluşlarını temsil eden bütün değerler aşağılandı.  Toplum bir sefer bunu kabul edemez. İki, toplum çok aşırı derecede parçalandı. Bunu da kesinlikle kabul edemez. Parçalanmış toplumlar üzerinde geliştirilen ulus, kesinlikle Ortadoğu gerçeğinde toplumların birbiriyle bütünleşme ve kaynaşma düzeyine yeterince ifade edecek bir durumda değil. Kapitalist modernitenin başka yerlerde olduğu gibi Ortadoğu’da kendisini var etmesi öyle çok kolay olabilecek bir durum değildir. Onun içinde zorluklar içerisinde bu gerçekleşti ve hiçbir istikrar gelişmedi.

Tam tersine kapitalist sistemin Ortadoğu’ya girişiyle birlikte, bir yanıyla kapitalizm kendisini Ortadoğu’ya dayatarak, bastırmalarla, savaşlarla, çatışmalarla bölmelerle ve toplumu birbirine düşman hale getirmekle egemen olmak isterken, bir yanıyla da kendi krizini giderek geliştirdi. Zaten bir kriz yeridir. Ve hiçbir zaman bir krizsizlik diye bir durumda olmadı. Yeni bir dünya düzenin inşasında aynı sorunla karşı karşıyadır. Yüz yıl içerisinde Ortadoğu’ya vermiş olduğu şekil aslında kendi varlık nedenini ortadan kaldırabilecek sonuçlar ortaya çıkardı. Ortadoğu’da aşırı derecede paylaşılmış topraklar üzerinde kurulan hakimiyetler her açıdan toplumsal krizi besleyen bir özellik kazandılar. Mesela aşırı derecede zenginleşmeler, aşırı derecede yoksullaşmalar toplumda bir bölünme ve parçalanmaya yol açtı. Mezhep çatışmaları, kurulan devletin hegemonya ilişkileri bölünmeye ve parçalanmaya yol açtı.

BÖLGE ‘YENİ’ SİSTEME GÖRE BİÇİMLENDİRİLİYOR

Ortadoğu’da yeni bir dünya sistemi kuruluyorsa Ortadoğu’nun da bu yeni dünya sistemine göre bir biçim alması gerekiyordu. Bu gelişen durumda bütün aykırılıkların yeniden ele alınarak bütün Ortadoğu’ya yeniden biçim verecek bir yaklaşım kaçınılmaz bir durumdur. Çünkü sürdürülemiyor. Bu pratikte de ortaya çıktı. Reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte dikkat edilirse Ortadoğu’da daha çok dinin ön plana çıktığı bir dönem başladı. Bu değişik boyutlarda tartışıldı. İşte iktidar İslamı, liberal İslam, ılımlı İslam ve bununla birlikte kimsenin telaffuz etmediği, ama en güçlü biçimde ortaya çıkan selefi İslamcılık.

O zaman kapitalizmin yüzyıl içerisinde, Ortadoğu’da kendisini ifade etmesinde iflas durumu ortaya çıktı. Ve bunun yeniden biçimlenmesi gerekiyor. Biçimlenme dediğimiz zaman, neyi ön görüyorlar, köklü bir değişiklik görülmüyor. Yine bir ulus devlet var ama biraz daha yumuşak. Mesela Irak onun ilginç modellerinden bir tanesidir. Saddam diktatörlüğünün çelişkileri en çok kiminleydi? Sünnilerin tek başına iktidar durumları vardı; Şiilere karşı sürekli katliamlar, Kürtlere karşı sürekli katliamlar, Şiiler ve Kürtlerin iktidara karşı sürekli mücadelesi. Ve bu giderek Sünnileri sürekli zengin edip iktidarı elinde tutan, ama Kürtler ve Şiiler karşısında katliamcı bir hareket konumuna geldi. Kendi içerisinde de bir sınıflaşma var. Yoksul olanları sürekli yoksullaşması derinleşirken, aşiret ağaları petrol kuyularını elinde tutan kesimler sürekli zenginleşerek insanlığın sınırlarını aşabilecek bir ahlaki yaşam düzeyini ortaya çıkardılar. Bunun restore ve reforme edilmesi gerekiyor.

Yapılması gereken nedir? Daha istikrarlı bir ortamı sağlayabilmek için iktidar dışı kalmışları, mümkün olduğu kadarıyla iktidar içerisine çekmek gerek. Bu eski üniter ve aşırı merkezileşmiş devlet yapısının biraz daha yumuşatılması, demokratik bir görüntü alması ve birazda bu topluluklarında kendisini ifade edeceği bir durum yaratmaktır. Ama bunu yaratırken toplumun tümü için yaratılan bir durum değil. Adeta bu nedir? Egemenliği paylaşan egemenlikten pay vermektir. Pay toplumun tümüne verilmez. Pay kime verilir, o toplumun elit tabakasına.

Kürt federe devleti kuruldu. Kürt halkı bu federe devletin neresindedir? Yani belki bir etnik kimlik olarak Kürtler de vardır. Kendi kültürlerini ifade etmenin imkanlarına kavuştular. Peki siyasal yönetimdeki yerleri nedir? Yok. İkincisi ekonomik olarak neyi ifade ediyor. Zenginliklerden pay alma gibi bir durum mu söz konusu? Yok. Eskiden Saddam’ın aldığını bugünkü yönetim alıyor. Benzeri durum Şiiler içinde geçerlidir. O zaman şöyle bir tespitte bulunabilir insan. Kurulan yeni düzenin Ortadoğu’da da biçimlenerek kapitalist dünya sisteminin bir parçası haline getirmenin Ortadoğu’daki uygulamalarıdır. Şimdi eskide de bir kriz vardır. Ama buna yeniden bir biçim vermenin müdahalesiyle birlikte krizin patlak verici ve çatışmaya dönüştüğü bir durumdan söz edebiliriz. 

Şimdiki haliyle bu kadar çatışmalı bir savaş ortamında, bütünsel anlamda bir Ortadoğu toplumundan bahsedebilir miyiz. Böyle bir toplumsal yapı kalmış mı? 

Ortadoğu’da şunu bilmek lazım. Ortadoğu tarihsel yapısı ele alındığında bütünsel yapısı çok önemlidir. Evet Ortadoğu’da etnik, inanç, kültür farklılıkları var. Bu temelde toplumda bir parçalanma ortaya çıkmıştır. Ama bütün bu parçalanmalarla birlikte farklılıkların sürekli iç içe yaşadığı bir toplumsal gerçeklik de var. Sen hiçbir zaman Ortadoğu’da, Arap’ı Kürt’ten, Kürt’ü Fars’tan vb. ayırarak bir sistem kuramazsın. Bu mümkün değildir, çok zor bir şeydir. Çok zaman gerekiyor. Bunun kökleri çok eskilere dayanır. Bugün oluşmuş bir şey değildir. Eskiden toplumlar nasıl yaşarlardı, toplumların ülkeleri coğrafyaları nasıldı? Sürekli bir iç içelik söz konusudur. Ve bir iç içelik söz konusuysa bu toplulukların farklılaşması, ama aynı zamanda ortak benzerliklerin korunması diyalektiğiyle düşünmek gerekiyor. Farklılaşma yanlış değil.

Toplulukların kendi etnik oluşumlarına göre farklılaşması bir gelişmeyi ifade eder. Fakat gelişmeyi kopuş noktasına getirip, diğer toplumlardan kopuş noktasına getirecek bir durumdan da söz etmemek gerekir. Böyle bir şey yoktur. Toplum bir yanında farklılaşmaları ortaya çıkarırken diğer yanda da sürekli bütünleşmeyi zorlayan bir oluşum halidir de. Çünkü sürekli etkileşim halinde var olabiliyorlar. Bir varlık nedenidir. O zaman Ortadoğu’da toplumların iç içe yaşamış oldukları tarihsel süreç çok uzundur. Sen M.Ö Neolotik dönemden ele alarak daha sonra uygarlığın ortaya çıkışıyla birlikte ta kapitalizme kadar geldiğinde toplumun farklılaşması ve iç içeliği aynı oranda Ortadoğu’da birlikte yaşanan bir gerçekliktir. Ve dikkat edilirse bu konuda ortaya çıkan ideolojilerde bu gerçekliği dikkate almışlardır. Mesela Hristiyanlık ideolojisinin toplumlara bakış açısında ekümenik olması neyi ifade eder? Bir yanda inancın evrenselliğini ifade ettiği kadar aynı zamanda bu evrensellik içerisindeki kimliklerin varlığını kabule dayanır. İslamiyet’te ümmet toplumu ne anlama geliyor? Ümmet; ideolojik bir şemsiyenin mutlak olduğundan hareket ederek bu şemsiye altında farklılıkların meşruluğuna dayanır. Daha önceki ideolojilerin, dinlerin ortaya çıkışından söz ediyoruz.

O zaman bu çok önemli bir durumdur. Peki, neden dinler herhangi bir etnik kimlikle hareket etmediler. Belki İslamiyet’te biraz Arap şovenizmi var, ama İslamiyet inancının oluşmasında ve felsefesinde Arap milliyetçiliği yoktur. Arap milliyetçiliği biraz vardır, ama böyle değildir. Hristiyanlık da böyle değildir. Bunlar daha çok evrenselliği esas alan ve evrensel içindeki farklılıkları meşru kabul eden ideolojilerdir. Bunlarda mutlak olan nedir; inançtır, Hristiyanlıktır, İslamiyet’tir. İnanç esastır. Toplumsal kimliklerin reddi yoktur. Ve bu dinlerle birlikte daha sonra mezhepler biçimindeki oluşumda meşrulaştırarak kabul edilmiş gerçekliktir.

Hristiyanlığın daha sonra mezheplere ayrılması ve Hristiyanlık tarafından meşru kabul edilmesi. İslamiyet’in kendi içerisinde mezheplere ayrılması ve mezheplerin meşru olarak kabul edilmesi de dikkate alındığında demek ki, sürekli bir bütünlük yönü vardır. Doğal olarak toplumların farklılaşmasında ortaya çıkan doğal bir gelişme halidir, ama bu gelişme halinin toplumların birbirinden kopmayacak bir şekilde birlikte yaşam ortak paydalar vardır. Bu ideolojik açıdan böyle. 

Hiçbir toplum Ortadoğu’da, bugün Kürtler, Araplardan bağımsız, Farslardan, Türklerden bağımsız kendisini var edemez ki. Onları yok sayarak derin sınırlar çizerek duvarlar örerek kendisini var edemezler. Bu toplumların gelişimine aykırı bir şeydir. Mutlaka bu toplumlarla iç içe olmak gibi bir zorunluluk vardır. Toplumlarla iç içelik bir zorunluluktur. Yani hem varlığını sürdürmenin bir zorunluluğudur, hem de mevcut evrensel gelişmenin de bir zorunluluğudur. Karşılıklı bir etkileşimin olmadığı sürece toplumların gelişme şansı yoktur. Sürekli karşılıklı birbirini etkileyerek, sürekli zenginleşerek, bu zenginlik temelinde farklılaşarak, ama aynı zamanda da birleşerek gelişen bir durum söz konusudur. Burada Ortadoğu toplumunun bu özelliği önemlidir.

Ortadoğu’nun bu özelliği kapitalizmle temelde çelişen bir gerçekliği ifade eder. Kapitalizmin doğasını birebir kısa süre içerisinde kendisini hakim kılabileceği bir zemin değil. Bunu yapmaya kalkıştığı zaman bunun sonuçlarıyla karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. Neticede de böyle olmuştur. Kapitalizmin ilk Ortadoğu’ya girişinde ve ulus devlet sürecinde yaşanan savaşlar, yeni dünya düzeni temelinde kapitalizmin Ortadoğu’ya yeniden müdahalesinde ortaya çıkan durumlar ve bu durumların yol açtığı sonuçlar açısından baktığın zaman çok kolay bir bölge olmadığını rahatlıkla insan anlayabilir.

Ortadoğu’daki çatışmalı zeminin arka planını nasıl okumak gerekiyor? 

Ortadoğu’ya müdahale nasıl geliştirilmek istendi. Mevcut Ortadoğu’da bir takım küçük değişimlerle, reformlarla bir Ortadoğu projesi söz konusu değil. Büyük Ortadoğu Projesi diyorlar ama, BOP aslında mevcut Ortadoğu’daki ulus devletlerin biraz şekillenmesi demektir, biraz reforme edilmesi demektir. Fakat bu o kadar kolay olmuyor, olmadı da. O zaman Ortadoğu’da iki temel sorun var;  kapitalizmin Ortadoğu’da almış olduğu biçimin hegemon ve egemen güçlerinin kendi sistemleri var. Bunlar bu sistemden vazgeçmiyor. Bu sistemde ısrarlıdırlar. İkincisi ise, bu sistemin egemenliği altında olan halk yığınlarında arayışlar vardır. Arayışlar değişik ideolojik ve politik varlıklarla ifade edilebilir. O zaman buraya ABD’nin başını çektiği blok müdahale edince o zaman burada iki temel sorunla karşı karşıya kalıyoruz.

Bir, yerelde var olan daha önceki ulus devleti elinde tutan egemen güçlerin kendi statülerinin değişmesine karşı oluş halleri var. Bu bir sorun olarak dünya düzenin karşısına çıktı. İkinci sorun ise, bu egemenlik altında olan kesimlerde ortaya çıkan ideolojik durumun kendisini örgütsel, siyasi ve askeri olarak kendisini yüzeye vurması gibi bir sonuç ortaya çıkardı. Müdahale adeta onu tetikledi. O zamana kadar çok gizli tali planda olan bu durum kendisini yüzeye vurmaya başladı. İşte bizim birçok İslami güç olarak tabir ettiğimiz gücü, aynı kategoride değerlendirebiliriz. Mesela bu dönemde El Kaidenin ortaya çıkması, Müslüman kardeşlerin Mısır’da yeniden aktiflik kazanması, Nusranın ortaya çıkması, Işidin ortaya çıkmasına kadar, bu müdahalenin sonucunda bu kesimler de kendisini yüzeye vurmaya başladılar. Bu bölgeye bu kadar kolay girmenin mümkün olmadığı anlaşıldı.

KAOS DERİNLEŞİYOR

Ortadoğu müdahalesi bu temelde başladı. Ama bu temelde bir müdahale başlamasıyla birlikte, ki Irakla başladı, aslında kendisiyle birlikte var olan bütün sorunları da patlatarak ama hiçbir sistemi de getirip oturtmayı başaramadan sürekli kaosu derinleştiren, bunalımı, çatışmayı, savaşı derinleştiren bir duruma dönüştür. Şimdi bu durum herkes tarafından farklı kullanıldı. O zaman Ortadoğu’nun durumunu anlayabilmek için bütün bu güçlerin bu süreç içerisindeki konumları ve oynamış oldukları roller, nereye gitmek istedikleri bilinmesi gerekiyor. Mesela Türkiye devleti, Ortadoğu değişiminde değişmesi gereken bir yer midir? İran, Suudi Arabistan, Mısır, Irak, Suriye vb. birçok ülke, bunların hiçbir tanesi değişimi kabullenerek sürece girmediler. Yani yeni dünya düzeninin ya da büyük Ortadoğu projesine, dünya çapındaki projeye hiçbirisinin kabul ederek girdikleri bir süreç yok. Herkes bunun karşısında direndi. Türkiye bunun karşısında direndi ve Türkiye’ye nelere mal oldu.

Belki çok çatışmalı, vuruşmalı olmadı ama eğer bugün AKP’nin iktidara gelişinin hikayesi çok iyi irdelenirse, AKP bu mevcut durumdan beslenerek aslında bir biçimde, yani kötünün iyisi biçiminde beslenerek kabul görerek iktidara getirildi. Ama iktidara getirildikten sonra bile değişimi reddederek kendi varlığını sürdürmek biçiminde sorun olmaya devam etti. İran aynı pozisyonda, diğer ülkelerin hepsi aynı pozisyondadır. Ama bütün bunlarda bu süreç içerisinde değişik biçimlerde müdahale ederek, rol oynayarak kendi egemenliğini korumak ve değişecekse bile bu değişimde kendi egemenliğinde tesis etmenin bir sürece katılım boyutları vardır.

O zaman Ortadoğu’yu tartışırken bütün bu ülkelerin tek tek olarak, bu Ortadoğu krizi dediğimiz süreç içerisindeki durumlarını siyasetlerini ortaya koymamız gerekiyor. Ancak o temelde mevcut olaylar anlaşılabilir. Sadece IŞİD, Nursa, Ahraru Şam ne yaptı vb. bunlarla sen gerçeği bulamazsın. Önemli olan bütün bunların çıkışında acaba bölge ve genel uluslararası güçlerin ne kadar rolü vardır, bunların ne kadarı gerçekten kendi öz dinamiklerine dayalı ortaya çıktı, ne kadar bölgesel ve uluslararası hegemon güçler tarafından beslenerek ortaya çıktılar? sorusu bunda gizlidir. Ve bu olaylar kime ne kadar yarıyor. Nasıl yarıyor? 

ORTADOĞU’YA IRAK EKSENLİ MÜDAHALE

Ortadoğu’da yaşanan bu son gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şimdi bu son gelişmeleri Amerika’nın Irak’a yaptığı müdahalelerle başlatmak ve kendi içinde geçirmiş olduğu taktik evreleri ele almak gerekir. Uluslararası kapitalizmin Ortadoğu’ya, büyük bir Ortadoğu projesi biçiminde bir kavramla girmesine rağmen, Ortadoğu’ya nasıl müdahale edileceği ve nasıl bir biçim alacağı, nasıl bir planı öngördüğü konusu çok açık değil. Belki bu konuda gizli planları olmuş olabilir. Ama çok düzenli bir şekilde ifade edebileceğimiz şekilde bir açıklık yok. Çünkü müdahalenin oluşum biçimine baktığın zaman, daha çok Irak eksenli bir müdahale edildi. Ama Irak eksenli müdahale edilirken de Ortadoğu’ya müdahale görüntüsü verilmekten ısrarla kaçınıldı.

Daha çok Saddam diktatörlüğü, Saddam-Irak savaşı, daha sonra da Körfez’e, Kuveyt’e yönelik geliştirdiği işgal ve ABD’yle olan çelişkileri biçiminde bir konjonktürel bir durumla ifade edildi. Bu konjonktürel durum doğru. Çünkü Doğu Bloku çökmüş, Ortadoğu’da daha önce doğu blokunun etkisi var, ilişkileri vardır. Ama Doğu Bloku ortadan kalkmış ve Ortadoğu’nun ne olacağının tam da tartışılacağı bir süreçte bir müdahale gerçekleşiyor. Ve bu müdahale doğal olarak bölgesel güçlerin, daha çok iktidarı ellerinde bulunduran güçlerin de kendi konumlarını korumak temelinde bir refleksleri vardır. 

KUVEYT’İN İŞGALİ

Diyelim ki 79’larda bir İran devrimi gerçekleşti. Bu İran devrimi, Humeyni devriminin direkt Amerika ve Avrupa karşıtlığı dikkate alındığında, Saddam devreye girdirilerek bir İran Irak savaşına dönüştü. İran Irak savaşında daha çok uluslararası güçler Saddam’ı destekleyerek İran devrimini boğmak istediler. Ama bu 8 yıl süren savaş sonucunda her taraf allak bullak olmasında rağmen yenen yenilen olmadı.  Ve arkasından savaş bir biçimiyle durduruldu. Fakat savaş durdurulurken de hem İran’da büyük tahribatlar ortaya çıktı; hem de Irak’ta büyük tahribatlar ortaya çıktı.  Ve bu tahribatların iktidarı belirleyen tahribatları vardır. Buradan hareket ederek Saddam kendi konumunu koruyabilmek İran-Irak savaşında kaybettiği gücü yeniden birleştirebilmek için Kuveyt işgalini gerçekleştirdi. Ve Saddam’ın bu hareketi büyük bir malzeme ortaya çıkardı.

Ortadoğu’ya müdahale etmenin malzemesi ortaya çıktı. Şimdi bunun şöyle bir karakterini görmek gerekiyor. Burada gerçekten de Irak ve Irak’ta Saddam eksenli bir yaklaşım mıydı bu? Yoksa gerçekten büyük Ortadoğu projesi temelinde fiili bir girişim miydi? Bence Saddam’ın mevcut durumu gerekçe gösterilerek Ortadoğu’ya bir müdahale başlatıldı.  Fakat müdahalenin öyle bir biçimi vardı ki, o zaman edindiğimiz izlenimlere göre sanki dışarıda Amerika, Avrupa’nın desteğinde ya da bütün emperyalist ülkelerin desteğinde Irak’a müdahaleyi gerçekleştirdikten sonra Irak merkezli Ortadoğu’ya çok rahat biçim verebilecekleri bir görüntü içerisinde hareket edildi.  Bu hem müdahale edenlerin psikolojisinde bu vardı; hem de Ortadoğu’ya müdahale yapılırken Ortadoğu’da birçok kesimin de beklentisi bu temelde gerçekleşmiştir.

Mesela birçok kesimde; Amerika müdahale etti, Saddam rejimini yıktı, şimdiye kadar ki Saddam tipi diktatörlükler, ya da eskiden beri Ortadoğu’da var olan faşist yapılanmalar birer birer yıkılıp daha demokratik bir Ortadoğu’ya geçiş sağlanabileceği konusunda bir algı ortaya çıktı. Ama bu algı yanlış bir algıydı. Ortadoğu’ya hemen dışarıdan herhangi bir gerekçeyle müdahale etmek ve o gerekçeye dayanarak oradaki rejimi kısa süre içerisinde Ortadoğu’yu değiştirip istenildiği gibi biçim vermenin kolay bir şey olmadığı kısa bir süre içerisinde anlaşıldı. O zaman Irak’a müdahale edildi, fakat Irak bataklığa dönüştü. Adeta bütün çıkar güçleri kendisini Irak’ta ifade ederek Irak’ı bir çatışma noktasına getirdi. Ve Irak bir çıkmaz yarattı. Uzun süren bir müdahaleye ve Saddam devrilmesine rağmen Irak’ta bütün Ortadoğu’yu etkileyebilecek bir model ortaya çıkarılamadı.

Her ne kadar bir federe Irak denildiyse de, bu federe Irak çok istikrarlı herkesin kabullendiği ve başka Ortadoğu ülkelerinin de kendisine model alacağı bir duruma dönüşmedi. Özellikle de bu durumu yanlış değerlendiren kesimlerin beklentisi hiç olmadı. Beklentiye göre İran’a müdahale edilecek, Suriye’ye müdahale edilecek, Suudilere müdahale edilecek, buradaki rejimler yıkılacak, daha demokratik rejimler kurulacaktı. Bu beklenti ortaya çıkmadı. Bu gelişmedi. Bu daha sonra kendi içerisinde bir tıkanıklığa yol açtı.

CİHATÇI ÖRGÜTLER SAHNEDE

Dikkat edilirse Amerika’nın Irak’a girmesiyle birlikte adeta uluslararası bir cihat ve cihatın etkileri Irak’ta kendilerini ifade etmeye başladılar. Eski Saddam rejimi artıkları, eski Baasçılar, Iraktaki birçok aşiret ve aşiret çıkarları mevcut durumdan hoşnut olmadılar. Bir biçimiyle kendisini etkili bir duruma getirmenin itirazları içerisinde oldular. Cihatçılar ise direkt olarak dışarıdan gelişen müdahaleye karşı daha çok İslami ve selefi bir yaklaşımla sürece cevap olmak istediler ve güç olmak istediler. Bu aşılamadı ve Ortadoğu’daki krizi daha çok Irak’ta derinleştirdi. Ve bu bir süre çatışmalı geçti. Irak’a müdahale eden Amerika da bu süreçte büyük kayıplar verdi.

Ama sonuçta çok yapay bir federe Irak ortaya çıktı. Ama federe Irak isim olarak adlandırılmasına, farklı federatif bölgeler belirlenmesine rağmen, bu bölgelerde ne istendiği ölçülerde federal bölgeler oluştu, ne de bu federe bölgelerin üstünde anlaştıkları merkezi bir Irak oluştu. Yapay ve zorlama bir oluşumdu. Bu yapay ve zorlama oluşum hiçbir zaman istikrara da kavuşmadı. Ve yürümedi de. Günlük müdahalelerle ayakta tutulmaya çalışıldı ve bu belli bir durağanlık içerisine girdi. Bir süre Ortadoğu’da böyle gelişti. Ama çatışmanın merkezi Iraktı. O zaman da uluslararası cihat ve selefi güçler yavaş yavaş ortaya çıktı ve kendisini daha çok da Irakta ifade ederek Irak’ta güç olmanın da bir başlangıç noktasıydı.

Dikkat edilirse eskiden Afganistan'da olan El Kaide'den tutalım ya da dünyanın değişik yerlerinde olan İslami hareket, selefi hareketlere bakalım; onlar kendilerini Irakta ifade etmek gibi bir yönelim içerisine girdiler. Ve Irak’ta Amerika’ya karşı bir çatışma içerisine girdiler. Bu çatışma içerisine girerken de iki temel noktadan hareket ettiler. İslami selefi yaklaşımı kendisine esas almayı, ama diğer taraftan da adeta dışarıdan gelen müdahale karşısında Saddam rejimini meşrulaştırma gibi bir yaklaşım içerisinde oldular. Şimdi bu ikisi de çözüm değil ve bir çözüm ortamını besleyecek bir durum değil. Ve bu giderek Irak’ı daha fazla bir çıkmazın içerisine soktu.

Ortadoğu’ya yapılan müdahale Irak şahsında bir tıkanma yaşadı. Bu birinci evredir. Bu fiili bir işgal durumuyla, mevcut iktidarı devirip yerine kendi istediği iktidarı kurmanın dış müdahalesiydi. Ortadoğu müdahalesiydi. Kim gerçekleştirdi? Amerika ve arkasında Avrupa Birliği. Ortaya çıkacak rejimin genel çerçevesi hemen hemen oluştu. Eski Saddam Baasçı rejimin yerine federal Irak. Federal Irak da etnik ve dini mezhepler esaslı yeni bir siyasal sistem kurulmaya çalışıldı. Buradan bir sonuç ortaya çıkmadı. Bunda ısrar edilmesi durumunda dışarıdaki müdahale sürekli bir işgal durumunda ya Ortadoğu’da kendisini sürdürmek durumundadır. Her ülkeye böyle tek tek müdahale ederek o ülkelere biçim vermek gibi bir zorunlulukla karşı karşıyadır. Ya da kendi taktiğini değiştirmesi gerekiyordu. Ortadoğu müdahalesinden vazgeçmeyeceğine göre bir taktik değişim içerisine girmesi gerekir.

ARAP BAHARI

Şimdi bunun ikinci aşaması olarak da Arap Baharı olarak adlandırılan dönemi esas almamız gerekiyor. Arap Baharı ve onun karakterini çok iyi anlamak gerekiyor. Birinci müdahale iflas etti. Hatta birinci müdahalede müdahale eden esas güç Amerika olmasına rağmen bölgesel olarak ortaya çıkan sonuçlar Amerika’dan ya da Amerika’nın temsil ettiği kapitalizmden çok bölge güçlerinden bazılarını daha güçlendiren sonuçlar ortaya çıkardı. Nedir bu sonuçlar mesela?

Diyelim ki bir Irak federe devleti kuruldu. Amerika müdahaleyle bunu gerçekleştirdi. Ama kurulan federe devlet içerisindeki konumlamaya baktığımız zaman aslında en çok müdahale edilmesi gereken İran, bu müdahaleden en karlı çıkan bir güce dönüştü. Şiiler üzerinden mezhepsel ilişkileri temelinde bir Şii hegemonyası var. Bu Şii hegemonyasının Irakta iktidar olması İran’ın elini güçlendirdi. İran burayla ilişkilenerek bunun üzerinden hem Kürtler hem de Sünnileri biçimlendirmeye çalıştı. Ve biçimlendirme sorunu daha fazla çıkmaza koydu. Bir tarafta Sünni-Şii çelişkisi sürekli bir çatışmalı bir hal içinde. İktidarda Şiilerin hakim olduğu Sünnilerin dışlandığı bir sonuç ortaya çıkartırken Kürtler için de çok ileri olmayan bir takım haklarla sınırlı, onu sadece Şii egemenliğine entegre etmenin politikalar içerisine girdi. Bu tam bir çıkmaz, bir kör düğüm.

Tüm bunların tıkandığı çıkmaza girdiği bir yerde dikkat edilirse, Amerika o dönemde güçlerini çekmek gibi bir karara varmak zorunda kaldı. Müdahale yapılmış müdahalede istenilen sonuç elde edilmediği için kriz daha da derinleşmiştir. Krizin derinleştiği yerde yapılan müdahale biçiminin yanlışlığı çok iyi anlaşılarak, buradan yola çıkıp da sonuç alamayacağını gördükten sonra, sanki başarmış gibi, güçlerini geri çekme görüntüsü altında Amerikan askerlerinin Iraktan çekilmesine karar verdi. Amerika, Iraktan çekilir çekilmez, Irak’a müdahalesinden dolayı büyük bir güç kaybına uğradı. Bunun yerine daha çok İran, Irakta kurulan rejime damgasını vurdu. Hakimiyetini sağladı.

ABD bir bütün burayı bırakmadı, ama başarılı da olmadı. Şimdi bu şekliyle Ortadoğu’ya bir müdahalenin gerçekleşmesi mümkün değildir. Sadece bir denge değişimi söz konusu olacaktır Irakta. Eski Sünni iktidar yerine Şii iktidar kurulacaktır. Diğerleri federe bir görüntü de olsa basit sıradan haklarla sınırlı bir durumla yetinmek gibi bir sorunla karşı karşıyaydılar. Onlar da bununla yetinmeyeceğine göre ki yetinmediler de. Ne oldu? Iraktaki kriz Iraktaki çatışma daha da derinleşti. Kürtlerle sünniler arasında Sünnilerle Şiiler arasında sürekli bir mücadele, sürekli askeri politik bir mücadele sürece damgasını vurdu.  Ve hiçbir sonuç ortaya çıkmadı. Hala günümüzde de bir sonuç ortaya çıkmamıştır. Irak müdahalesini böyle değerlendirmek gerekiyor.

HUZURSUZLUĞUN PATLAMASI

İkincisi Arap Baharı. Arap Baharı önemli ve değerlendirmek gerekiyor. Arap Baharının ikili bir karakteri var. Zaten birincisi Ortadoğu’da dediğimiz gibi çok net bir biçimde toplumsal bir parçalanma söz konusudur, bir sınıflaşma söz konusudur. İktidarı elinde bulunduran mutlak bir yönetim gücü olarak toplumun tümünde bir hakimiyet ve hegemonya kurmuş, ama diğer taraftan da bütün ekonomik zenginlikleri tekeline toplamış bir sistem var ortada. O zaman burada toplumsal çelişkiler çok derindir. İkincisi kurulmuş olan ulus devletlerin yapısıyla eski İslami ve selefi çizginin de birbiriyle farklı bakış açıları vardır. Bu çelişkiler çok yoğundur. O zaman Ortadoğu baharı dediğimiz zaman; zaten Ortadoğu’daki mevcut hegemonya ve uluslararası emperyalizmin Ortadoğu’daki varlığın halklar üzerinde yaratmış olduğu parçalanma ve baskı, inanç düzeyinde, kültür düzeyinde, ekonomik sömürü ve baskı düzeyinde çok derin etkileri var. Bu etkiler karşısında toplumların bir huzursuzlukları var.

O zaman Arap Baharı aynı zamanda bu huzursuzluğun da patlaması olarak da algılanması gerekir. Ama Ortadoğu’da halkların bu durumunu iyi ifade edebilecek siyasal güçler yok, örgütlülükler yok. Daha çok örgütlülükler kendilerini inanç temelinde, mezhep temelinde ifade ediyorlar. Daha çok kendilerini selefi ve cihadi kimliklerle ifade ediyorlar. Şimdi bunlar eskiden beri var ve bu bir çözüm değil. Ama toplumda hoşnutsuzluğunu patlama noktasına getirmiştir. Fakat toplumun hoşnutsuzluklarını temsil edebilecek doğru demokratik bir devrimci gücün varlığından da söz edilemez genel anlamda değerlendirirsek.

Ne Tunus’ta, ne Libya da ne de Mısır’da böyle bir güç yoktur. Bunun ikinci karakteri ise bir yandan Ortadoğu’ya müdahaleyi Irak’ta gerçekleştiren güçlerin toplumun bu rahatsızlığını çok iyi görüp de bir yanıyla bu rahatsızlığın patlamasında yeni bir müdahale sürecini oluşturma yaklaşımı vardır. Bu yaklaşım bir yanında alttan gelen dalgadan kendisine sonuçlar çıkarmak, ortaya çıkmış bu dalganın sonuçlarını ise mevcut iktidarların istedikleri noktaya getirerek onlarla uzlaşma temelinde işgalsiz, çatışmasız bir değişimi yaratmadır. Burada temel bir farkı görmeniz gerekiyor. Irak’ta; fiili, askeri, ideolojik bir müdahale vardır. Bu sonuç vermeyince Ortadoğu’da var olan çelişkileri ve rahatsızlıkları kullanarak kendisini bunu dışında göstererek sanki Ortadoğu’da egemenlik ve egemenlik altında olanların çatışması varmış görüntüsüyle buraya daha iyi müdahale eden kendisine demokratik bir görüntü veren yeni bir müdahale biçimi ortaya çıkıyor. 

TUNUS

Nerede başladı?  Tunus’a baktığın zaman Tunus’ta böyle başladı. Bir seyyar satıcının kendisini yakması sonucu kendiliğinden bir ayaklanma ortaya çıktı. Bu ayaklanma çok iyi kullanıldı. Ortadoğu’ya müdahale etmek isteyen güçler ayaklanmayı çok iyi kullandılar. Bir yandan ayaklanmaya meşruiyet kazandıran bir yaklaşım içerisinde görüntü verdiler, direkt karşı çıkmadılar. Rejim üzerinde de baskı geliştirdiler. Sonuçta ne oldu? Rejim değişti. İktidarı elinde tutan güç, kişi iktidarı bıraktı. Onun yerine yeni bir iktidar kuruldu. Yeni kurulan iktidar biraz yumuşama demokratikleşme bir kısım mesajlar vermek esası üzerinden inşa edilmeye ve tanımlanmaya başlandı. Oluşan iktidar Tunus’ta mevcut çelişkileri çözecek durumda değil. Bu biçimiyle ayaklanma belki geri plana itildi, fakat beklenen bir gelişim Tunus’ta da ortaya çıkmadı. Yerine gelen iktidar geçmişin bir tekrarından başka bir şeye dönüşemedi. Irak’ta da olduğu gibi köklü bir değişim açığa çıkmadı. Rejim eski alışkanlıklarını kısa sürede tekrar gündemleştirdi. 

LİBYA

Bunun ardından Libya’ya yansıdı. Libyaya baktığımız zaman Kaddafi’nin özgünlüğü temelinde Libya’ya bir müdahale potansiyeli zaten var. Mevcut durumda Kaddafi’nin iktidar olduğu durum kabul görecek bir durum değildir. Kaddafi’ye karşı rahatsızlıklar da vardır. Mezhepsel düzeyde aşiretler düzeyinde Libya’nın sosyal durumuna uygun bir tablo ortaya çıkıyordu. Bütün uluslararası güçler Kaddafi’nin yıkılma döneminde daha çok Kaddafi muhalefetini destekleyen bir pozisyon içerisine girildi. Ancak Libya’da ortaya çıkan bir halk, Tunus’ta olduğu gibi bir hak talep eden, bir halk ayaklanmasından ziyade belli odakların çıkarları temelinde bir iddiayla Kaddafi’ye karşı bir muhalefet ortaya çıktı. Bunun içerisinde değişik İslami güçler selefi güçler, aşiret güçleri ve aile güçleri vardır. Bunlar uluslararası sermaye tarafından beslendiler. Hatırlarsanız Fransa’dan tutalım, Amerika ve İngiltere’ye kadar Türkiye de dahil muhalefetin değişik kesimlerini besleyerek Kaddafi’yi devirdiler. Ama Kaddafi’yi devirdikten sonra ortaya bir rejim çıkmadı. Daha çok onların beslediği parçalar mutlak iktidar olmak için birbirleriyle çatışmaya başladılar. Bu çatışma derinleşerek oraya müdahale edenleri de aşan bir pozisyonda halen günümüzde devam ediyor. Kimin iktidar olacağı halen netleşmemiştir. Ve giderek El Kaide- Daiş gibi selefi hareketlerin giderek etkili hale geldiği ve giderek orada iktidarı ele geçirebilecekleri bir durum ortaya çıktı. İkinci taktik yaklaşım da Tunus ve Libya’da olduğu gibi fazla sonuç vermedi.

TAHRİR MEYDANI

En kritik nokta Mısır. Tunus ve Libya pratiğinden hareket ederek Mısır’a bir müdahalenin yapılması, eğer bir sonuç ortaya çıkarılırsa Mısır konumu itibariyle bütün Ortadoğu’yu etkileyebilecek bir konumdadır. Mısır’da çok değişik inançlar ve toplumsal kesimler var. Ortadoğu’da kültürel oluşum düzeyi en yüksek olan ülke konumundadır. Burada da Müslüman Kardeşler denilen çok köklü bir örgüt oluşumu vardır.1900’lerde başlamış günümüzde de varlığını sürdüren bir konumdadır. Ayrıca çok değişik toplumsal yapılar vardır. Müslüman kardeşlerin iktidar talebi, mevcut Mısır’a müdahale etmenin çok önemli araçları oldular. Zaten Hüsnü Mübarek de uluslararası güçler ve İsrail’le ilişkileri bakımından ele alındığında çok kontrol dışı bir kişi değil. Çok rahat müdahale edilebilecek bir pozisyondadır. Öncelikle ne oldu? Tahrir Meydanı olayları denilen gelişmeler yaşandı ve rejime bir muhalefet oluştu. Ama bu muhalefetin temel kitle tabanı ve oluşumunda Müslüman Kardeşlerin öne çıkmasında büyük oranda fırsat sundular. Halkın haklı talepleriyle Müslüman Kardeşlerin İslami hedefleri çaktırmadan birleştirildi. Bunlar rejime karşı bir tepki haline dönüştürüldü. Hüsnü Mübarek’i değişime mahkum hale getirdiler. Ordu da bunun içerisinde. Arkasından da daha çok Müslüman Kardeşlerin liberal ismini kullanarak onları iktidarda deneyerek, acaba değişim bu temelde yaratılabilir mi, diyerek seçim yaptılar. Müslüman Kardeşleri başa getirdiler. Mursi’yi de Cumhurbaşkanı yaptılar, ama onlar da iktidara geldikleri andan itibaren kendi mezhep ve hegemonya iktidarını kurmak gibi bir yönelim içerisine girdiler. Bir mezhep iktidarını Ortadoğu’nun tümüne yaymak ve egemenlik kurma gibi bir duruma yönelindiğinde dışarıdan bir darbe gerçekleştirilerek Mursi yıkıldı. Bugün mısırda ortaya çıkan Hüsnü Mübarek dönemini çok da aşmayan bir durum oldu.

Mısır, Tunus ve Libya gerçekliğiyle bakıldığı zaman çok da istenilen sonucun ortaya çıkmadığı görüldü. İktidarlar devrildi ama yerine konulacaklar eskilerden çok da farklı bir hale getirilmedi, mümkün de değil. Tunus eskisi gibi devam etti, Libya halen çatışmalı halini devam ettiriyor. Mısır’da da yeni rejim çok güçlü değişiklikler ifade etmiyor. Bu da belli bir değişikliği ifade etmiyor. Mursi’ye iktidara getirenler Mursi’yi darbeyle geri götürdüler. Bu darbe, Amerika, Suudi İran ve Avrupa tarafından desteklendi de. Mısır’da da yapmak istediklerini de tam yapamadılar. Mursi ya da Müslüman Kardeşleri bir model haline getirselerdi, liberal İslam temelinde bir değişiklik yaratmak isteyeceklerdi. Bu da Ortadoğu’ya müdahalede bir çözüm olmaktan çıktı.

SURİYE’DE DEVAM EDEN KAOS VE İÇ SAVAŞ

Suriye krizi nasıl ortaya çıktı?

En son Suriye’deki durum, bütün bu olayların birikimiyle bir patlama noktasını ifade eder. Ama Suriye olayı da patlak verdiği andan itibaren oradaki bütün gelişmeler, Ortadoğu’da var olan kriz ve bu krizi kendi lehine çevirip de kendine biçim vermek isteyen güçlerin, mevcut sorunlarını orada yoğunlaştırarak adeta Suriye’yi Ortadoğu’nun bir merkezi haline getirmeleri oldu. Öyle ki Ortadoğu’da bütün Ortadoğu ülkeleri, Ortadoğu krizinin içerisindedirler. Bu kriz ağırlıklı olarak kendi egemenlik sahalarındadır. Bu krizi direkt kendi ülkelerinde patlak veren birilerinin sorunu olmaktan çıkarıp, adeta Suriye’ye taşırtarak Suriye’yi merkez haline getiren bir süreç başlattılar. Suriye meselesinin bu kadar uzun sürmesi ve çözümsüz kalması, bu kadar yoğun çatışma ve değişik güçlerin farklı yaklaşımları bu nedenden kaynaklanıyor.

O zaman Suriye herkesin kendisini ifade ettiği bir merkezdir. Uluslararası anlamda Ortadoğu’ya müdahale etmek isteyen güçler için bir merkezi ifade ediyor. Eğer Suriye’de yol alırlarsa, Suriye’ye bir biçim verirlerse, bu durumu Ortadoğu’nun geneline yaymak ve bunu Ortadoğu’nun geneline dönüştürmek mümkündür. Yine bölgesel güçler bu Ortadoğu krizinin kendisini çarpmasını engellemek için siyasetlerini Suriye’ye taşımak, Suriye’de yürütülen savaşla kendisini güç haline getirip kurulacak bir Ortadoğu’da kendi güç konumunu korumak isteyen bir siyaset yürüyor. Suriye krizi çok derin ve köklü bir krizdir. Çok kısa bir süre içinde bir takım toplantılarla bir takım kararlarla çözülecek bir sorun değil. İsim vermek gerekirse İran kendisini daha çok Suriye’de ifade ediyor. İran, Suriye krizinin içerisindedir.

Sadece burayla ilgili siyaset yapmıyor, siyasi ve askeri gücüyle fiili rol oynuyor. Tankıyla, topuyla, ekonomik gücüyle, Suriye’de bir varlık mücadelesi yürütüyor. Suriye’deki rejimin yıkılması İran’ın da büyük ölçüde yıkılma sürecine başlaması anlamına geliyor. Suriye’deki rejimin yıkılmasına izin vermemek, İran’ın varlığı açısından vazgeçilmez bir politikadır. Bunu başarabilirse sadece kendisi için ortaya çıkabilecek bir felaketi engelleme başarısıyla sınırlı kalmayacak, aynı zamanda orada elde etmiş olduğu sonuçları kendisinde güce dönüştürerek Ortadoğu’nun bütünü üzerinde hak iddia edebilecek hegemonya geliştirebilecek bir pozisyon kazanacaktır. O zaman İran için stratejik bir kırılma noktasıdır. Suriye rejimi ayakta olduğu sürece İran güç pozisyonunu korur. Suriye rejimi değişirse İran orada belli bir kırılma yaşayacaktır.

Suriye’de kim kazanacak?

Suudi ve Körfez ülkelerine baktığımız zaman aynı sonucu orada da görürüz. Suriye’de ortaya çıkacak rejim aynı zamanda Suudi ve Körfez ülkelerinin geleceğini belirleyecek bir sonucu ifade ediyor. Suriye’de kim kazanacak, nasıl bir rejim ortaya çıkacak? Eğer İran destekli bir rejim varlığını korursa Alevi ve Şii iktidarına dayalı bir Suriye oluşursa o zaman Vahhabilik, körfez ülkelerindeki farklı mezheplerin bunun karşısındaki pozisyonları bir gerileme yaşayacaktır, bir hegemonya kaybına yol açacaktır.

Burada güç kazanmış bir İran ve İran’ın sayesinde güç kazanmış bir Suriye, Körfez ülkeleri ve Suudi üzerinde geliştirecekleri bir hegemonya onların varlığını tehlikeye sokacak bir durum içerisine gireceklerdir. O zaman bunlar Suriye’ye karşı kayıtsız kalamazlar, eğer kayıtsız kalırlarsa, kendi gelecekleri tehlikeye düşecek. Ne yapması gerekiyor? O zaman kendi ideolojik varlığıyla uyum içerisinde olabilecek güçlerin iktidar olabileceği bir müdahalede bulunmak zorundadır. 

Suudiler de daha çok Vahhabilik esası üzerinde her ne kadar aynı olmasalar da yine El Kaide gibi El Nusra gibi Daiş gibi cihatçı selefi oluşumları destekleme temelinde Suriye’de bir rejimin oluşması için bunları devreye soktular. Selefi çizginin daha önce bir potansiyeli vardı. Bu onlara ideolojik bir alt yapı sunuyordu.  O zaman bu ideolojik alt yapıyı politik bir mücadeleye dönüştürmek gerekiyordu. Ortadoğu’da Irak, Tunus, Libya ve Mısır’daki gelişmeleri çok iyi propaganda edip kullanarak burada selefi bir patlamaya yol açıp bu patlamayı Suriye’ye taşımak, orada hiç müdahale etmedikleri halde kendi adına savaşan güçleri devreye sokmak anlamına geliyor.

Körfez ülkeleri özellikle Suudi ve Katar başta olmak üzere bütün selefi hareketleri maddi manevi destekleyen ve onların Suriye’deki savaşında onları yönlendiren bir pozisyon içine girmeleri Suudilerin de Körfez ülkelerin de çıkarlarını ifade eder. İran ne kadar Alevi ve Şii bir iktidar kurulmasını istiyorsa bunlar da selefi-Sünni bir iktidarın kurulmasının mücadelesini verdiler. Eğer başarılı olurlarsa, İran karşısında pozisyon kazanacaklar, İran siyasal olarak gerileyecek Şiilik olarak gerileyecek, Sünni iktidarı engel olacak kendi güdümlerinde bir iktidar ortaya çıkacak.

AKP  VE LİBERAL İSLAM

Türkiye’ye baktığımız zaman Türkiye’de hegemonik güçler içerisinde önemlidir. Osmanlının yıkılmasından sonra Cumhuriyetin kendisini batıya dayandırması Ortadoğu ve İslami kültürün reddedilerek batılılaşmayı seçmesi bir realite olmasına rağmen aynı zamanda bir İslami toplumdur da. Bu kültürün tamamen Cumhuriyetle birlikte ortadan kalkmadığı bellidir. Türkiye’deki ulus devlet yapılanmasına da belli bir müdahale gerçekleşti. AKP’nin iktidara getirilmesi bütün bu süreçlerle bağlantılıdır. Nasıl oldu da; Tayyip Erdoğan’ın, İstanbul Belediye Başkanlığından cezaevine, Kızılcahamam’dan 8 ay sonra dünya turuna çıkarak hemen parti kurup, bu kurduğu partiyle 15 yıl iktidarda kalması, çok maharetli olmasından kaynaklı bir durum değil. Bir siyasi geçmişi, alt yapısı olmayan birisidir.

Burada liberal İslam dediğimiz şey aslında bir biçimde uygulandı. Bu 12 Eylül döneminde de uygulandı. 12 Eylül’ün de İslami bir karakteri vardır. Tıkanmış olan birinci Cumhuriyet ve Kemalizm’in tıkanmışlığının aşılması için iktidarı da liberal İslam’ın içerisine çekerek bir 2. Cumhuriyetin yaratılma süreci vardır. Turgut Özal da bu dönemin bir devamı olarak bu İslami rolünü oynamıştır. Bunun üzerine eski Refah partisi geleneğini kendi içerisinde bölerek, çünkü bu gelenek bu duruma açık değil. Eski Ortadoğu’nun muhafazakar bir duruşunu ifade eder. Onun liberal bir hal alması gerekiyordu. Onun kapitalizmle barışık ve iç içe olması gerekiyordu, ne oldu? Refah partisi bölünerek Erdoğan ve kadrolarıyla birlikte AKP’yi ortaya çıkardı. AKP hem İslami söylemi sıcak tuttu, hem de dünyaya bu konuşa güvence verdi. Eski cumhuriyet yapısını restorasyondan geçirerek ve demokratik değişim görüntüsü vererek herkesi aldattı. Herkes buna aldandı. Gizli bir ajandasının olduğu da kesindir. Tayyip Erdoğan çizgisi iktidara geldikten sonra cumhuriyet döneminden kalma ne kadar sorun varsa bu sorunlara demokratik bir görünüm vermek suretiyle kendi lehine bir sonuca doğru gitti. Toplum ve uluslararası yarattığı algıdan da güç alarak önünü temizledi. Mutlak iktidarını gerçekleştirdikten sonra gerçek yüzünü ortaya koymaya başladı. Ortadoğu’ya yüzünü döndükten sonra bu sefer de aynı Ortadoğu’nun diğer ülkelerinde olduğu gibi kendi Sünni kimliğini ortaya çıkartarak bir Ortadoğu fırtınası yaratmak istedi. İlk dönemlerde bu aldatıcı durumu görülmedi.

Dikkat edilirse Suriye bir model olarak kabul ediliyordu. İran muhalefeti Türkiye’yi model alıyordu. Mısır muhalefeti Türkiye’yi model alıyordu. Uluslararası güçlerin liberal İslam’ı temelindeki bu çıkışa adeta destek verdi. Bu destek aynı zamanda Ortadoğu’da bir meşruiyet yarattı. Erdoğan, Ortadoğu’nun halifesi, lideri pozisyonu ortaya çıkartıldı. Zamanla kendi gerçek yüzünü de ortaya çıkarmaya başladı. Özellikle de Libya’ya yaptığı müdahale de bir çelişki ortaya çıkmaya başladı. Uluslararası batılı güçlerle çok yoğun çelişki ve çatışma başladı. Tunus da çatışma başladı. Mısır bunun zirvesi oldu. Müslüman Kardeşleri destekleyen bir pozisyona girmesiyle birlikte kendi gerçek yüzünü ortaya koydu. Hem içerdeki değişim aldatmacasının gerçeği ortaya çıktı, teşhir olmaya başladı, hem de geliştirmek istediği bölgesel ve uluslararası politikada gerçeği anlaşılmaya başlandı. Nedir bunun gerçeği? Daha çok uluslararası düzeydeki politikadaki vaatlerinin tümünü yerine getirmedi. Ne Ege sorununu çözdü, ne Kıbrıs sorununu çözdü, ne Avrupa Birliğine girebildi. Ne de bu konudaki beklentilere köklü değişim yaratabildi. 

LANETLİ ÜLKE

AKP’nin Ortadoğu’daki müdahalede uluslararası güçlerle birlikte hareket etmesi beklenirken, o Müslüman Kardeşleri tercih edip, direkt çatışma içerisine girdi. Mısır adeta AKP’nin gerçek yüzünü ortaya çıkarmanın mihenk taşına dönüştü. Mursi’yi destekleyen Müslüman Kardeşleri destekleyen ve ona karşı herkesi suçlayan bir pozisyon içerisine girdi. Bu giderek AKP’nin hem Sünni İslam’a kayan yönünü öne çıkardı, hem de uluslararası düzeydeki aldatmacalarını artık gizleyemez bir pozisyona getirip kendi gerçeğini ifade etmeye başladı. Herkesle kavga etti, herkese meydan okudu. Neredeyse Amerika’yı keşfedenlerin Türkler olduğunu ve Amerika’nın Türk ırkından geldiği türünden değerlendirmelerle kontrolünü kaybetti. İsrail ve Filistin meselelerinde kendini ortaya koyma biçimiyle birlikte bunlar ortaya çıktı.

Kendisini izole ve geri bir durumda bulmaya başladı. Bir dönem model alınan Türkiye, artık Ortadoğu’da lanetli olmaya başladı. Muhalefetlerin tümü vazgeçti, iktidarlarda vazgeçtiler. İran ve Irak hem iktidar, hem muhalefet olarak bir AKP karşıtlığı oluştu. Mısırda yine aynı şekilde. Elinde ne kaldı? Elinde sadece darbe yapan rejimin elinden kaçan Müslüman Kardeşler dışında kimse kalmadı. Irak politikasıyla aynı duruma düştü. Suriye üzerinden politika geliştirmeye başladı. Suriye çok önemlidir. Oradaki Kürtlerin varlığıdır. Kürtlerin bu değişim sürecinde oynamak istedikleri rol, Türkler açısından kabul edilmez görüldü. Ama öte taraftan da zaten sürekli politikada gerileyen izole olan konumuyla Suriye’de başarılı olması halinde Suriye’yi bir sıçrama noktası haline getirip Ortadoğu’nun genelinde bir hegemon güç olmanın hesapları içerisine girdi.

Onun içinde bütün politikasını Suriye içerisinde odaklaştırdı. Suriye krizinde odaklaşırken dayattığı şeyler çok ilginçtir. Herkesin orada bir hesabı var. Arapların bir hesabı var. İranlıların bir hesabı var, ama uluslararası güçlerin de bir hesabı vardır. Şimdi bütün bunlara baktığımız zaman Suriye’de bütün güç odaklarının birbiriyle çatışma halinde süren bir şekillenme gibi bir zorunluluğu var. 

AKP’NİN STRATEJİK İTTİFAKI

Mevcut durumda kimsenin Suriye’deki çelişkileri çözmeden bir sonuca gitmesi mümkün değildir. O yüzden herkes Suriye’ye uzun vadeli bakarken, Türkiye bu konuda Suriye rejiminin bir günde değişmesini dayattı. Bu politikayı geliştirirken temel bir ittifak durumları ortaya çıktı. O zaman kendisine en yakın kim vardır? Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinden Kuveyt. Onların daha çok Sünni ve selefi yaklaşımlara yakın olması, AKP’nin de Sünni-selefi potansiyeli dikkate alındığında onlarla ittifak içerisinde hareket etmek, onlarla bölgesel bir güç biçiminde hareket etmek gibi bir stratejiyi esas aldı.

O zaman bu güçlerin Suriye’de oynayacakları rol, bir taraftan devlet politikalarını buna göre ayarlamak, öteki tarafta selefi güçleri besleyerek, mutlaka orada iktidarı ele geçirebilecek bir pozisyona getirmenin dışında bir siyaset yapma zemini kalmadı. Türkiye artık bölgesel ve uluslararası düzeyde devletlerle siyaset yapma imkanı olmadığı yerde DAİŞ gibi El Nusra gibi, Ahrar El Şam gibi, Müslüman Kardeşler gibi selefi örgütlerin üzerinde siyaset yapmak ve Suriye’yi de bu eksen üzerinde mutlaka kendisini başarılı kılacak bir noktaya götürmek istiyordu. Türkiye’de bütün varlığını oraya koydu. Her şey oraya bağlı.  AKP’nin bütün iktidarı, Kürt meselesi orayla bağlantılıdır.

Eğer Suriye’de AKP güç haline gelemezse Ortadoğu’da hegemonik bir güç haline gelme ihtimali yok.  Eğer Suriye’de ortaya çıkacak siyasal sonuçlar Kürtlerin lehine Kürtlere hak verme konusunda bir sonuç çıkarsa o zaman bu Türkiye’yi de yakından ilgilendiren Kürt meselesinde ya bir çözüm noktası ya da bir bölünme noktasına gitme gibi bir sonuç ortaya çıkarıyor. O zaman Kürtlerin varlık nedeni de burada. Bu varlık nedeninin derin çelişkileri, ülkesinde olsa da ancak bu çelişkilerin Ortadoğu’da kendisini yüzeye vurduğu ve kendisini en iyi ifade edebileceği yer Suriye oluyor. Türkiye de Suriye politikasının içine girmek zorunda kaldı. Şimdi burada uluslararası müdahale önemlidir.

ULUSLARARASI GÜÇLERİN POLİTİKASI

Uluslararası müdahalede de bir tespit yapmak gerekiyor. Irak işgaliyle çok başarılı olmayan daha sonra Arap Baharıyla birlikte de çok başarılı olmayan deneyleri yaşamış bir durum var. Fakat mevcut Suriye’yle de karşı karşıyadır. Suriye’de ne yapması gerekiyor? Uluslararası güçler ne yapması gerekiyor, sorusu çok önemli bir sorudur.  O zaman bu kendi lehine olan bir durumdur. Kendisi çok aşırı müdahale etmeden Suriye’de çok açık bu durum üzerinde Ortadoğu’daki müdahalesini meşrulaştıran ve o müdahaleyi gerçekleştiren bir durum ortaya çıktı. Çok malzeme de sunuyor. Özellikle de selefi hareketlerin yapmış oldukları insanlık karşıtı bütün katliamlar, tecavüzler vb. bunların toplumlarda yaratmış olduğu korku ve algı var. Diğer taraftan Ortadoğu’daki eski hegemonik güçlerin oradaki durumları kendilerini belirgin olarak ortaya koymuştur.

O zaman bu durum oldukça lehlerine olabilecek bir durumdur da. Suriye’de hemen müdahaleyle bir rejim değişikliğinin koşulları yok. Irak’ta da olmadı, başka yerde de olmadı. Suriye’de de bunun dayanakları yoktur. Neye dayanarak bunu yapacak? Çünkü Suriye’de mevcut iktidara karşı yerel bir potansiyelin kendisini örgütleyerek ortaya çıkardığı bir muhalefet durumu söz konusu değildir. Her şey bölge güçlerinin ya da uluslararası güçlerin bir ifadesi olarak ordadır. Herkes dışarıdan gelmiş bir güçtür. Orada yerleşik olarak örgütlü olup kendisini ifade eden tek güç Kürtlerdir PYD’dir. Onun dışında yerel bazı güçler vardır. Bu yerel güçler de kendisini bölgesel güç olarak ifade ediyorlar. Türkmenler; biz Türk’üz diyorlar, vb. O zaman Suriye krizinin uzaması halinin kısa sürede bir sonuca dönüşmemesinin mevcut tablosu böylece ortaya çıkıyor.

O zaman uluslararası güçler, hemen bir müdahale gerçekleştirerek Suriye’deki rejimle bu işi kurtaramaz. O zaman bütün Ortadoğu’daki çıkar odakları kendi başarı ve başarısızlıklarının denendiği Suriye’de, uluslararası müdahalenin de Suriye üzerinde doğru bir sonuca giderek burada ortaya çıkacak bir modeli hem Suriye’ye hakim kılmak, onu değişimin mihenk taşı haline getirmek, hem de bunu Ortadoğu’nun bütün yerlerine taşırmanın imkanına kavuşması gerekmektedir. Eskiden bu yoktu, şimdi bu var. Şimdi Suriye’de mutlaka Ortadoğu’da herkes ya yenilmiş ya da zafer kazanmış olacaktır. Burada sadece Suriye rejimi değil, Suriye’de ortaya çıkacak sonuç; İran’ın yenilgisi ya da zaferi Türkiye’nin yenilgisi ya da zaferi Suudilerin yenilgisi ya da zaferi demektir. Böyle aşırı derecede yoğunlaşmış bir Ortadoğu krizi net çizgilerle herkesin zafer ve yenilgi kazandığı bir noktadaysa, o zaman bu noktada kısa sürede çözüm beklemek ya da kısa sürede çözüme gitmek çok mümkün değil.

Onun içinde Suriye krizi çözülemiyor. Suriye krizi çözülemediği içinde sürekli çeşitli gerekçelerle bu uzatılıyor. Ve şu anda da bir çözümün ortaya çıkması çok öyle kolay değil. Kısa sürede bir çözümün ortaya çıkması kolay değildir. Söylediğim tablo çerçevesinde hem dünya konjonktüründe, hem de bölgede tüm bu güçlerin kendisini Suriye’deki ifadesinin gerçeğine baktığın zaman bu meselenin daha çok su alabileceğini insan rahatlıkla söyleyebilir.

SURİYE’DE ULUSLARARASI CİHAT!

Aşırı gündemleştiği için söylemek istiyorum. Uluslararası bir cihat durumu Suriye’dedir. Bunu kabul etmek lazım. Ama bu uluslararası cihatı, bölge güçleri ve uluslararası güçlerden bağımsız olarak tanımlamak mümkün değildir. Doğru, bunun ideolojik bir alt yapısı var. Bunun dayandığı toplumsal kesimler ve alt yapısı var. Ama kendilerini bağımsız olarak örgütlemiş güçler konumunda değildirler. Daha çok girmiş olduğu ilişkiler, hem bölgesel hem uluslararası güçlerle girmiş oldukları ilişkilerle bunları ele almak gerekiyor. O zaman Ortadoğu’da böyle bir çizginin ortaya çıkması, hem bölge güçleri hem de uluslararası güçler tarafından mükemmel kullanılacak bir güç anlamına geliyor. Bunlar Suudiler tarafından, Kuveyt tarafından, Türkiye tarafından,  muazzam biçiminde kullanılan bir güçtür.

Acaba ABD ve onun oluşturduğu koalisyonunda bu güçlerden ne kadar yararlandığı ayrı bir tartışma konusu. Çünkü hepsine imkan sunuyor. Şimdi DAİŞ’in ortaya çıkması ve yaptıkları, dışarıdan bir müdahaleyi kolaylaştıracak kadar barbarcadır ve Ortadoğu’da değişimi kendi lehine geliştirmek isteyen uluslararası güçler topluma dayatmış oldukları Daiş’in gerçekliğini topluma yaşatarak adeta toplumun kendisini bir kurtarıcı ve kendisine teslim olmanın muazzam bir aracı haline getiriyor. Suudi ve Türkiye ise bunlarla iktidar sıçraması yapmak istiyorlar. O zaman DAİŞ gerçekten de Suriye krizinin ortaya çıkmasında temel bir potansiyeldir ve değişik açılardan değerlendirmek gerekiyor. Sorun sadece bir Suriye sorunu değil, Ortadoğu ve giderek bir dünyanın sorunudur. Mevcut bunların cihat çağrıları ve almış oldukları karşılıklara baktığımız zaman bunu çok geniş bir tartışma yapmak gerekir. Dünya çapında değişik yerlerde on binlerce insanın akın akın gelip bu savaşa girdikleri bir gerçekle karşı karşıyayız.

Çin’den başlayıp Avrupa’nın bütün ülkelerine Amerika’ya kadar cihat çağrılarında bu selefi güçlerin kendi ülkelerinden hareket edip ta Suriye’ye kadar nasıl geldikleri, sorusu bile bu kişilerin bağlantılarını ele verebilir. Avrupa’dan gelip de DAİŞ kimliğiyle ve selefi kimliğiyle gelip Suriye’de çatışmaya girenlerin sayısı on binlerle ifade ediyor. Çin’de Sincar bölgesinden Rusya’da Çeçen ve Kafkas bölgelerinden gelenler, Afganistan ve Pakistan’dan, Hindistan’dan gelenler, sadece yerel bir selefi gücün yaratmış olduğu etki gücünün bir sonucu değildi. Bu işin içinde olan bölge ve uluslararası güçlerin birlikte kendi çıkarları temelinde bu güçleri kullanmaktan kaynaklı bir durumdur. DAİŞ kısa bir sürede popüler bir durum yarattı dünyada mevzi kazandı. Özellikle Suriye’deki savaşıyla elde ettiği mevziler. Arkasında Musul’u ele geçirme biçimi Irak ve Kürdistan’a yaptığı saldırılarla büyük bir dalga yarattı. Ama bu dalganın kendi içerisinde yaratmış olduğu sonuçlar, yani yarattığı barbarlıklar kimsenin kabul edemeyeceği düzeydeydi. Giderek bunu oluşturanlar buna karşı bir oluşum içerisine girdiler. Bu oluşum aynı zamanda bunu oluşturanları da rahatsız etmeye başladı.

Eğer uluslararası güçler Ortadoğu’da DAİŞ’e dayalı olarak ya da DDAİŞ’ten yararlanmak temelinde bir politika güttülerse ve bu temelde batıdan gelen DAİŞ’çilerin cihatçıların önünü açtılarsa, savaşa gelmiş cihatçıların tekrar onlara karşı nasıl dönüştüklerini de gördüler. Sadece Ortadoğu’da bunu görmekle kalmadılar, giderek kendisini Amerika’ya, Avrupa’ya kadar yayan ve ciddi eylemler yapan bir pozisyona girdiler. Uluslararası koalisyon bu temelde kuruldu. Yani DAİŞ’in kurmuş olduğu zemin üzerinde bir koalisyon oluşturuldu. Ama bu koalisyon DAİŞ’e karşı bir koalisyonun görüntüsü altında; aslında Ortadoğu’ya müdahale eden bir dünya sisteminin de bir temsilidir. Amerika’nın öncülük yaptığı Avrupa’nın da içinde yer aldığı bu koalisyon DAİŞ karşıtı, DAİŞ’e karşı bir koalisyon biçiminde oluştu. Ama bunu sadece böyle algılamamak gerekiyor.

DAİŞ varlığıyla kapitalizmin tekrar Ortadoğu’ya müdahale etmesini meşru hale getiren bir pozisyon yarattı. Ve bu da kendi içinde örgütlenip Irak deneyi ve daha geçmişteki deneylerden ortaya çıkarmış olduğu sonuçlarla yeni bir müdahale biçimi başlattı. Ve bu müdahale DAİŞ’e, barbarlığa, selefiliğe, cihatçılığa karşı bir müdahaleye dönüştü.

DAİŞ KOBANÊ’DE KIRILDI

Özellikle de Kobani ve Rojava’da geliştirilen mücadele ve Kobanê’nin kurtarılmasıyla birlikte DAİŞ büyük bir gerileme yaşadı. Günümüzde de aslında DAİŞ çok sonuç alıcı bir durumda değildir. Artık askeri operasyon yapacak bir durumda da değildir. Bütün her şey DAİŞ üzerinden dönüyor. Herkes DAİŞ’E karşı mücadeleyle kendisini ifade ediyor. DAİŞ, Kobanê'de bir kırılma yaşadı. Kobanê’de yaşadığı kırılmadan sonra hiçbir yeri alamıyor. Elindeki mevzileri adım adım kaybediyor. Kezwan dağlarını, Tıl Ebyad’ı kaybetti, Hol’u, Şengal’i, kaybetti. Sürekli mevzi kaybediyor, ama hiçbir yeri de alamıyor.

Hatta Suriye’de rejim bile bunları gerileten bir pozisyon içerisine girdi. DAİŞ artık operasyon yağamadığı için terör eylemlerine gidiyor. Terör eylemleri de kontrolsüz bir biçimde Avrupa’yı vuran, Türkiye’yi vuran, terör eylemine yönelmiş durumdadır. Ortadoğu’da şu anda yürütülen savaşta güç olmadığı halde; herkesin ona karşı mücadele etmiş görüntüsü altında bütün herkes Suriye’dedir. Şu anda rejim, İran, Rusya, Amerika, Amerika’nın arkasındaki bütün birleşik güçlerin hepsi, Türkiye’de dahil, herkes DAİŞ’e karşı savaşıyor. Bütün bu devletlerin elindeki e karşı bir mücadele içerisinde herkes. DAİŞ bir piyon, bir görüntüden ibarettir.

YENİ BİR DÜNYA SAVAŞI GİBİ

Esas olarak Ortadoğu’da bir düzen kurulmak isteniyor ve bu düzenin güçler dengesi oluşturulmak isteniyor. Bu düzenin adı hala tam konulmamıştır. Ve bu düzeni kuracak güçler dengesi halen oluşmamıştır. Son yapılan Viyana toplantısı ve benzeri toplantıların tümü bunu ifade eder. Ama bu konuda da anlaşılmış değildir, hala devam ediyor. Özellikle son dönemlerde Rusya’nın Ortadoğu’ya girmesi yeni bir durumdur. Artık Suriye’deki durum, eskisini çok fazla aşan yeni bir dünya savaşı gibidir. Şimdiye kadar Rusya söz konusu değildi. Uzaktan rejimi destekleyerek işleri götürmek istiyordu. Rusya fiili olarak Suriye’dedir. Fiili olarak Suriye’de olduğu kadar, fiili olarak savaşın içerisindedir. Son dönemlerde ortaya çıkan tabloya baktığımız zaman işler Suriye’de çok daha ciddi bir boyut kazandı. Elbette ki bazı arayışlar var. Suriye’deki kriz nasıl çözülür.

Suriye’deki krizin çözülmesi de o kadar kolay değildir. Daha dün Viyana’da yaptıkları toplantıda; 18 ay içerisinde bir anayasa hazırlanıp geçici bir hükümet kurulacak ve bu arkasından bir rejime dönüşecekti. Ama bakıyoruz günümüzde ortaya çıkan olaylar, değil bir çözümü tam tersine, Suriye dışındaki güçlerin Suriye’de savaştırıldıkları bir zemin ortaya çıkıyor. Suriye dışındaki güçlerin birbirileriyle savaşını Suriye’de yürüttükleri bir zemine doğru evrilmeye başlıyor. Ve bunun nereye gideceği de belli değildir. Rusya ayrı egemen hegemonik bir güç olarak geliştirdiği ittifaklar temelinde bir Ortadoğu politikası yapıyor. Amerika’nın öncülüğünde BOP geliştirilmek isteniyor.

İkisi birbiriyle uyuşmuyor. Burada bir çıkar dengesinin oluşması gerekir. Bu çok zaman alır; çıkar dengesinin oluşabilmesi için çıkar sahiplerinin güç durumlarının ortaya konması lazım. Güç netleşmesi hala değildir. Kim ne kadar etkili olacak? Amerika ne kadar etkili olacak, kendisini hangi etkiyle sınırlı kalacak? Rusya’ya ne kadar yaşam şansı tanıyacak. Ve ne kadar tepki verecek? Bu güç çatışmalarıyla olacak bir durumdur. Uluslararası bir durum, ama bir de bölge güçleri vardır. Türkiye’nin durumu, İran’ın durumu, Suudi ve Kuveyt’in durumu ne olacak? Bunlar Ortadoğu’da nasıl bir güç pozisyonunda olacaklar. Kurulacak bir Ortadoğu hangi eksende kurulursa kurulsun, bunun içinde bunların yeri ne olacak, sorusu Suriye’deki savaşta gizlidir. Orada kilitlidir.

Peki, bu durumda Rusya’nın rolü nedir? Suriye politikaları nasıl gelişiyor?

Rusya’nın eskiden beri Suriye’de Baas ile ilişkisi vardı. Bu Sovyetlerden kalma bir ilişkiydi. Rusya Ortadoğu’da çok aktif bir pozisyonda değildi. Daha çok kendi iç sorunlarıyla uğraşan, Asya’yla, Kafkasya’yla uğraşan bir pozisyondaydı.  Ortadoğu’da çok aktif bir rol oynamadı son dönemlere kadar. Fakat son dönemlerde Rusya’da bir politika geliştirildi. Yani dünyadaki bütün gelişmeleri hep bir biçimiyle müdahale etme gibi ve öncelikle de Ortadoğu’daki gelişmeleri müdahale etmek ve onun içinde yer almak gibi yeni bir politikaya yöneldiler. Bir politika geliştirdiler. Bu değişiklik Ukrayna ve Asya’da kendini ortaya koydu.

Doğu Avrupa’da ortaya koydu. Burada belli bir sonuç ortaya çıktı. Tümden çözülmese bile artık Rusya, dünyada ortaya çıkacak sorunlar karşısında tavırsız, tutumsuz olmayacağına yönelik bir eğilim belirdi. Ama bu eğilimin belirlenmesiyle birlikte Ortadoğu’ya direkt müdahale etmek, güç olmak, Ortadoğu politikasında etkili olmak gibi bir karara ulaştı. Ve bu karar sonucunda Ortadoğu savaşının en yoğun olduğu yer ve Suriye’nin de kendisine taban bulduğu bir yer. Suriye olması itibariyle Suriye’ye gelmeye karar verdi. Şimdi Suriye, Rusya için önemlidir. Yani Rusya’nın en çok siyasi bağlarının olduğu yer Bass rejimiydi.

Esad ailesine dayalı ilişkileri, siyasi ilişkileri vardı. Onların çok sıkı siyasi bağları vardı. Askeri bağları, ekonomik ve ticari bağları vardı. Rusya’nın en büyük yatırımları da oradadır. Özellikle Ortadoğu’nun en büyük deniz üssü Suriye’dedir. Büyük bir askeri gücü var orada, kendi çıkarlarını ifade edebildiği bir yerdir. Suriye, Ortadoğu kaderini belirleyecek bir dönüm noktasıysa bir yanıyla mevcut çıkarlarını korumak ama bir yanıyla da bunlara dayalı olarak Ortadoğu’da politika yapmak gibi bir şeye ihtiyaç duydu.

RUSYA’NIN DEVREYE GİRMESİ

Rusya, Suriye ekseniyle sadece Suriye’deki Hafız Esad ailesi ve Baas’la sınırlı değil, aynı zamanda Ortadoğu’da temel ittifak yapacak güçler de var. Mesela İran’la olan ilişkileri, Irak’la ve Suriye ile olan ilişkilerine dikkat edersek, bu aynı zamanda Rusya’nın gerçekten Ortadoğu genelinde hem bir bloklaşmayı yaratmak hem de kendi siyasetini burada yürütmek gibi bir avantaj ortaya çıkıyor. Bu avantajı kullanmak temelinde Suriye’ye gelmeye karar verdi. Şimdi bu önemlidir. Yani hem Suriye’deki sorun açısından önemli, hem de Ortadoğu açısından önemlidir. Artık şunu söylemek gerekiyor. Şimdiye kadar Büyük Ortadoğu Projesi’yle kapitalizm ve kapitalizmin Ortadoğu’ya yapacağı bir müdahale, bunun karşısında yerel hegemonik güçlerin çeşitli itirazları ve halkla olan çelişkileri temelinde bir süreç vardı.  Ama şimdi yeni bir güç devreye girdi.

Rusya yeni bir güç olarak devreye girdi. Şimdi Rusya’nın yeni bir güç olarak devreye girmesi, mevcut var olan çelişkiler ve Ortadoğu’daki çelişkiler Suriye’deki tabloya etki yapacaktır. Sonuçlarına etki yapacaktır. Ama bu aynı zamanda da Ortadoğu geneline yönelikte yeni bir oluşumu ortaya çıkaracaktır. Bakıyoruz Suriye’nin pozisyonu güçlüdür. Aslında şu anda Ortadoğu’da Amerika’nın bir yıpranmışlığı var. Avrupa’nın ve bölge güçlerinin yıpranmışlığı vardır. Rusya taze bir kan gibi devreye girdi. Rusya, Suriye güçleriyle ittifak halindedir. Irak ile ittifak halinde, İran ile ittifak halindedir. Yine Mısır’da bu ittifak kapsamına alınmış durumundadır.

Bu ittifak ciddi bir durumdur. O zaman Büyük Ortadoğu Projesi temelinde oraya müdahale eden Amerika için oldukça büyük bir gelişmeyi ifade eder. Ne olacak? Şimdi Suriye bir hak talebiyle devreye girmiştir. Ve bu hak talebini, kendisinin talep ettiği hakkı oluşturmuş olduğu ittifak güçlerinin çıkarlarıyla birleşik bir biçimde ifade ediyor. O zaman Ortadoğu’ya yapılacak olan müdahalenin çarpacağı bir duvarla karşı karşıyadır. Bu ciddi bir durumdur.

DAİŞ CİDDİ BİR GÜÇ DEĞİL

Şimdi duruma baktığımız zaman aslında aldatıcı bir görüntü var. Sanki bir DAİŞ vardır. Amerika da DAİŞ’e karşı savaşıyor. Rusya da savaşacak, sorun bu değil. Sorun DAİŞ değil, bu konuda aldanmamak gerekiyor. DAİŞ ciddi bir askeri güç değil, ciddi bir siyasi güç değil ve ciddi bir örgüt gücü değildir. Yani Ortadoğu’nun kaderini belirleyen, Suriye’nin kaderini belirleyen bir güç konumunda değildir. Burada önemli olan; başından beri anlattığım temel güçlerin çıkar kavgası ve Ortadoğu’nun şekillenmesidir. Ve Rusya devrededir. Ama Rusya’nın tercih ettiği blokla yapmak istediği ve Ortadoğu’ya yapılan müdahalenin bir uyum noktası yok. Yani birlikte hareket etme noktaları yoktur. DAİŞ adeta mevcut gerçekliğini gizlemenin bir aleti, herkesin yürütmüş olduğu siyaseti gizlemenin bir aleti gibi piyasada dolaşıyor.

Esas sorun o değildir. İsteseler bu kadar güç, yani Fransa, Hollanda, Almanya, Amerika ve arkasında Rusya, İran, Irak, Suriye, Mısır bütün bunlar DAİŞ’e güç getiremiyor mu? DAİŞ’in uçağı yok, helikopteri yok, tamam eline bazı aletler geçirdi. Barbar ve vahşi bir harekettir. Ve tamamen devşirme bir güçtür.

Cihatçı bir güçtür. Yani bununla askeri olarak baş edemiyorlar! Demek ki dünyada bir sorun var. Bizim bildiğimiz gibi değilmiş dünyanın hali, ya biz şimdiye kadar dünyayı yanlış tanımışız ya da dünya kendi oyununu oynuyor. DAİŞ’le bizi aldatmaya çalışıyorlar. Herkes Ortadoğu’ya şekil vermenin iktidar kavgasını yürütürken DAİŞ adeta bir görüntü olarak kendi varlığını koruyor. Onun için Rusya’nın Suriye’ye girmesi farklı bir durumdur. Hem Suriye deki gelişmelerde de rol oynayacak, hem de yeni Ortadoğu’nun ortaya çıkmasında dikkate alınıp değerlendirilmesi gereken bir güçtür. Rusya, Ortadoğu’ya gelip Suriye’de güç yığdıktan sonra yaptıklarına baktığımız zaman öngörmüş olduğu politikada daha çok rejime dayandırarak, Suriye’de bazı değişimler olsa da rejimin içerisinde olduğu bir stratejiyle hareket ediyor.

Bu Irak ve İran stratejisiyle bir uyum içerisindedir. Mısırla bir uyum içerisindedir. O zaman Suriye’de ki mevcut iktidarın hemen yıkması gibi bir sorun büyük ölçüde zayıflamış durumdadır. Belki aynı insan olmayabilir ama zihniyet oluşumuna büyük güç vermişlerdir. Bu rejimi değiştirip kendi rejimini getirmek isteyen güçler karşısında büyük bir handikaptır. O zaman bütün güçler bunu dikkate alacaktır. Ve bunların gelmesiyle birlikte dikkat edilirse hem uluslararası koalisyonunun politikalarında bazı değişiklikler, ilişkilerde bazı değişiklikler ortaya çıktı. Hem de bunların geliştirmiş olduğu ilişkilerin, Suriye üzerindeki tutumlarında belli değişiklikler ortaya çıktı.

Köklü olmasa bile mesela Amerika, Rusya’nın gelmesinden çok hoşnut değil. Çok fazla ses çıkarmıyor. Çok fazla itiraz etmiyor. Ama ciddi rahatsızlığı olduğu da kesindir. Yani kendisinin hakim olacağı bir sahaya Rusya’nın gelmesinin Amerika’nın çok fazla memnun olmasını kimse düşünemez. Ama bunu hemen bir savaşa veya çatışmaya dönüştürecek durumda da değiller. Ne yapması gerekiyor? Daha çok değişik askeri ve politik şeylerle bir yandan bu gerçeği gizlerken, diğer yandan da aslında büyük bir rekabet, çatışma ve çelişki içerisine girerek varlıklarını sürdürmek gibi egemenliklerini geliştirmek gibi bir yönelim içerisine gireceklerdir.

TÜRKİYE’NİN POLİTİKASI İFLAS ETTİ

Ama öbür tarafta Türkiye’ye baktığımız zaman bunu çok daha net olarak görebiliriz. Yani bir sefer Türkiye Ortadoğu politikasında kesinlikle iflas etmiş bir ülkedir. Yani dünya politikası da iflas etti. Ortadoğu politikası da iflas etti. Yani büyük ölçüde iflas etmiştir. Bütün varlığını daha çok Selefi ve DAİŞ hareketine dayanarak var etmek isteyen bir politika güttü. Çılgınca bir politika güttü. Ve burada çok ciddi bir izolasyon yaşadı. Büyük bir tecrit yaşadı. Ve DAİŞ’in kırılmasıyla birlikte de büyük oranda politika yapabilmenin temel aracını kaybetti. Bunun yerine Nusra’yı ele geçirmek istiyor, Ahrar El Şamı ele geçirmek istiyor.

Bunlara destek vererek bunları diri tutmak istiyor. Ama yine Suriye’de Türkmenlere dayalı olarak bir şeyler yapmak istese de bu çok fazla tutmuyor. O zaman bir yandan Rusya’nın gelmesiyle birlikte Uluslar Arası Koalisyonun Türkiye’yle girmiş olduğu ilişkiler ve Türkiye’deki İncirlik Üssü, Malatya Üsleri gibi kullanılmasına fırsat verilmesi DAİŞ’e karşıymış gibi açıklamalar yapması, kısmen birlikte hareket etmeleri, Rusya’nın oraya gelişiyle de bağlantılıdır. Ama bakın dikkat edilirse daha çok çatışma neydi? Nerdeyse Suriye’ye müdahale eden güçlerle Türkiye arasındaydı. Şimdi Rusya’nın gelmesiyle birlikte, Türkiye daha çok NATO bağlantılı, Amerika ilişkileri bağlantılı, DAİŞ karşıtı bir pozisyonla ortak hareket etmenin paydalarını öne çıkararak geliştirmek gibi bir yönelim içerisine giriyorlar. İkili bir karakter taşıyor.

Hem Amerika’nın politikasında, hem şimdiye kadar desteklediği, DAİŞ karşısında desteklediği ya da ilişki içerisine girdiği bir takım ilişkilerini sürdürdü. Şimdiye kadar Türkiye’nin benimsemediği karşı çıktığı ilişkilerdi bunlar. Amerika, Türkiye’ye rağmen çelişkileri bu temelde derinleşirken ama günümüzde bakıyoruz yavaş yavaş Türkiye’yle de ilişkilenerek her ikisini idare etmek istiyor. Bir yanıyla Suriye zeminindeki özellikler daha açık söyleyeyim, PYD gibi hareketler ile ilişkilerini sürdürürken öbür taraftan Türkiye ile ilişkileniyor. Türkiye ilişkileri, PYD’ye zarar vererek, PYD ilişkileri de Türkiye’ye zarar vererek, ama her ikisiyle de ilişkilerini sürdüren bir denge içerisinde şuanda politika yapıyor. Bu politikanın hedefini hiç söylemiyor. Mesela hiç kimse Amerika’dan şunu duymuş mudur? Peki, bu Suriye’de nasıl bir rejim istiyorsun? Ne olacak?

Son yaşanan Rusya-Türkiye krizi nasıl bir seyir izleyecek sizce? 

Bugün DAİŞ karşısında rejim karşısında mücadele eden PYD, yaratmış olduğu birleşik güçler nasıl bir Suriye için mücadele ediyorlar ve sen bunların bu amaçlarına uygun ne gibi bir Suriye modelini düşünüyorsun? Bu konuda tek bir açıklama yok. Sadece DAİŞ’e karşı mücadeleyi destekliyoruz diyorlar. Söylemiyorlar. Çünkü gelecekte kurulacak rejiminin ne olacağı ve bu güçlerin bu rejim içerisinde nasıl yer alacağı konusunda taahhüt altına girmek istemiyorlar. Bugün desteklediklerini yarın vuracakları gibi hazır tutuyor.

Aynısını Türkiye’ye de yapıyor. Bir yanıyla Türkiye’nin hala DAİŞ’le, Nusra ile benzeri güçlerle ilişkilerini, bile bile büyük ölçüde onları görmezlikten geliyor, ama öbür tarafta koalisyon içerisine girmesini överek DAİŞ’e karşı ortak operasyonlar geliştireceğine dair onun olumlayan yönlerini öne çıkararak onu da gelecekte nereye götüreceği belli olamayan ilginç bir pozisyon içerisinde tutuyor. Bu bir yanıyla yani uluslararası koalisyonun esas stratejileri ve politikaları ne olduğunu açıklamadan sürdürdükleri bir strateji var. Bu kendi içinde değişikliklere gebe, ne zaman ne yapacağı belli olamayan bir siyasettir.

Ama bunu da vermeden günümüzde DAİŞ’i temel hedef gösterip herkesi idareden bir siyaset güdüyor. Rusya’nın gelmesiyle birlikte Türkiye bu konuda çok daha fazla bu koalisyona yaklaşma, koalisyona sırtını dayayarak Suriye politikasını hem resmi devletlerin müdahale düzeyiyle ilişki temelinde sürdürürken, alttan da bu tür selefi hareketlerle ilişkileri sürdürmek temelinde Suriye siyasetini yapmakta ısrar ediyor.

Şimdi Türkiye’ baktığımız zaman son dönemlerde gelişen gelişmeler önemlidir. Çok önemlidir. Ortadoğu politikasında ve selefi güçlerini desteklemede bir yenilgiye uğradı. Bunun ardında siyasetini değiştirir görünüp bunlara karşıymış gibi bir görüntü vermeye çalışıyor. Ama alttan bakıyoruz, Suriye’de ortaya çıkmış olan kantonlara kesinlikle yaklaşımı, kesinlikle kabul edilmez bir düzeydedir. Kantonları kabul etmiyor. PYD’yi DAİŞ’le aynı düzeyde değerlendiriyor. Türkiye orada nasıl bir rejim istiyor. Gerçekten de rejim değişsin, peki Türkiye’nin öngördüğü rejim nedir? Kürt’lerin olmadığı bir rejim istiyor.

Ya da toplulukların olmadığı bir rejim istiyor. Kendisiyle uyumlu bir rejimin ortaya çıkmasını siyasetini yapıyor. Ama yandan Amerika Ortadoğu’da büyük bir değişim dalgasıyla hareket ederken, bir takım değişimleri yapma zorunluluğuyla karşı karşıyayken, Türkiye’nin bu politikasıyla ittifak yaparak yol alma gibi bir durum içerisine de giriyor. Bu ikisi bir biriyle çelişiyor. Türkiye bu konuda tehlikeli bir rol oynuyor. Bir yanıyla selefi hareketle ilişkilenerek onları eskisi gibi beslerken, diğer taraftan da Amerika’yı biraz nötralize ederek onunla ilişki içerisinde onları mümkün olduğu kadar kendi çizgisine getirme, Kürt karşıtlığına getirmeye yönelik politika temelinde hareket ediyor. Ve bunu yaparken de Rusya’nın oradaki varlığı onun böyle bir politika yapmasında ve kısmen de başarmasın da sonuç alıcıdır. Amerika Rusya’nın varlığını dikkate alarak bu gücü bu temelde değerlendirmek istiyor. 

TÜRKMENLER KULLANILIYOR

Türkiye politikası gerçekten de çok tehlikeli. Kantoları reddet ederek kabul etmesi, Kürt’leri kırmızı çizgi olarak göstermesi, yine PYD gibi özgürlükçü hareketleri terör hareketleri olarak değerlendirmesi karşıtlığını ortaya koyarken, öbür taraftan da DAİŞ’e yapmış olduğu yatırımlar, ilişkilendiği diğer irili ufaklı oluşumlar açısında baktığın zaman tehlike çok daha iyi görülür. Son ortaya çıkan Türkmenler sorununda da bunu anlarsın. Şimdi Türkiye’nin AKP hükümetinin korkunç derecede pragmatik, çıkarcı ahlaksız bir politikası olduğu çok ortaya çıkmıştır. İlk federe devlet, Irak’ta kurulduğu zaman Türkmenlere yaklaşımını göz önünde bulundurursanız, Türkmenleri Irak’ta 4-5 milyon nüfus olarak gösterdi. Onun üzerinden siyaset yapmak için bir Türkmen gündemini yarattı.

Ama daha sonra KDP ile ilişkiye geçtikten sonra DAİŞ Türkmenleri kırdı, Türkmenler hiçbir hak elde etmediler ve unutuldu. Bugün Irak Türkmenlerinden söz bile edilmiyor. Şimdi bakıyorsun Suriye’deki Türkmenlerin sayısı 100-200 arasında ve hepsi dağınık. Bugün gündemleştirdikleri Türkmen dağı dedikleri yer de Türkmenlerin sayısı 10 köydür. Ama öyle bir kıyamet koparıyor ki, soydaşlık adına, öyle bir kıyamet koparıyor ki sanki oradaki halk çok mağdur, katliam altında bunlar da onların kurtarıcısı, doğru mağdur olabilir, katliam altında olabilirler, bu konuda yaklaşımımız bellidir. Ama Türkiye gerçekten de bu katliam ve mağdur olanlara bir destek, yardım siyaseti yapmıyor. Bunlar üzerinden Türkiye hegemonyasının siyasetini yapıyor. Yani bir iktidarın kendi halkını, kendi soydaşını bu kadar ahlaksızca kullanarak siyaset yapması insanı dehşete düşürüyor. Onlar adına geliştirdiği siyaset ise, büyük sonuçlara yol açabilecek birçok gelişmeye gebedir.

Özellikle son Türkmenleri gerekçe göstererek Rusya uçağının düşürülmesi ciddi bir değerlendirmeyi gerektirir. Türkiye neye güvenerek Rusya uçağını düşürdü. Nasıl yorumlamamız gerekiyor. Gerçekten Türkmenleri bombalayan bir Rus uçağının sınırı ihlal etmesi sonucunda sıcak takip hakkını kullanarak gelişen bir olay mıdır? Böyle saf bir değerlendirme yapabilir miyiz, yapamayız. Sorun bu değildir. Bunun içerisinde çok daha incelikli yaklaşımlar vardır. Nedir bu incelikli yaklaşımlar? Türkiye, Rusya gibi bir ülkeye kafa tutuyorsa, bu daha çok oradaki Amerika’ya, koalisyon güçlerine sırtını vererek, daha çok NATO’ya sırtını vererek provokatif yaklaşımla adeta bu iki gücü karşı karşıya getirmemin çılgın bir provokasyonundan başka bir şey değildir.

Eğer bunu başarabilirse, Türkiye bu bulanık ortamda, çatışmalı ortamda Rusya’nın ve Amerika’nın karşı karşıya geldiği, Rusya ile NATO’nun karşı karşıya geldiği artık uluslararası güçlerin savaştığı bir konum ortaya çıkaracaktır. Ve bu konumdan kendini kurtarmaya çalışan bir politika yapıyor. Peki böyle bir durumun Türkmenlere bir yararı var mıdır? Türkmenler böyle bir savaş içerisinde özgür olacaklar? Böyle bir savaş çıktığında tek bir Türkmen kalmayacak.

Demek ki, bütün Türkmenlerin hayatına mal olacak provokatif yaklaşımlarla bir hegemonya savaşı yürütüyor. Ve yapmış olduğu da provokasyondur. Bir yanıyla kantonları kabul etmiyor, Bir buçuk iki milyon Kürdün varlığını kabul etmiyor, ama öbür tarafta Türkmen dağı diye tanımladığı yerde 13 köyden ibaret Türkmenleri neredeyse büyük bir güçmüş gibi gösteriyor. Ve uğruna Rusya uçağı düşürebilecek, dünya savaşına sürükleyebilecek provokatif yaklaşımlarla siyaset yapmaya çalışıyor. Bu siyaset gelir getiren bir siyaset değildir. 

TÜRKİYE’NİN TEHLİKELİ MACERASI

Biz daha öncede tartışmalarımızda söyledik. Seçimden önce Türkiye’nin içine girmiş olduğu süreci çok değerlendirdik. Seçimden sonra AKP’nin iktidara gelmesi halinde hem iç siyasetinde hem de bölgesel siyasetinde büyük bir maceraya gireceğini ve bunun Türkiye halkına büyük bir felaket getireceğini söyledik. İstikrar diye adlandırılan AKP hükümetinin büyük bir istikrarsızlık ve çatışmalı ortama sürükleyeceğini biz önceden söyledik. Ve daha seçimin üzerinden bir ay geçmeden bizim söylediklerimiz çıktı. İşte son gündemleştirdikleri Türkmen olayı ve arkasından Rusya uçağının düşürülmesi ciddi bir maceradır bu.

Ve bu maceranın nereye gideceği de belli değildir. Peki, bunda başarılı olacak mı? Bunda başarılı olma şansı yok. Dünya gücü olarak tanımladığımız bu güçler Türkiye’nin bu provokasyonundan hareket ederek dünya savaşı çıkaracak durumda değillerdir. Amerika ve onun birleşik güçleri daha çok Rusya’yı frenlemek için siyaset yapacaklar. Ama Rusya’yla savaş girmeyi göze alacaklar mıdır? Böyle baktığımız zaman zayıf bir ihtimaldir. O zaman Türkiye’nin provokasyonları artık bu güçlere de zarar veren bir durum ve teşhir noktasına gelecek. Burada büyük bir kan kaybına uğrayacak.

RUSYA GERİ ADIM ATMAYACAK

Rusya, kendi uçağının vurulduğu bir yerde, uluslararası koalisyonun Türkiye ile ilişkilerini dikkate alarak geri adım atacak mı?

Bu mümkün değildir. Rusya kaç bin yıldan bu yana ilk defa ciddi bir dünya müdahalesi kararı aldı. Bu dünya müdahalesi kararında kendi uçağının düşürülmesi bir korku mu yaratır, yoksa bu gerekçe ile kendisini motive ederek daha ileri düzeyde çıkışlarla Ortadoğu’da rol mü oynayacaktır? İkincisi çok daha büyük bir ihtimaldir. Ve onun içinde bu sorunu uluslararası konjonktürde gündeme getirirken, BM’de gündeme getirirken, Türkiye karşısında tutumunun açıklamasına baktığımız zaman, Rusya bu konuda akıllı politika yapıp bunun sırtının dayandırdığı uluslararası güçleri, bu işin Türkiye’nin sorumluğu altına sokup onları nötralize etmek ama Türkiye’ye de yaptırımlar uygulayarak çılgınlıkları devam etmesi halinde onu savaşa sokmak, eğer devam etmiyorsa da siyasetini terk ederek ‘gidip evinde oturmasını sağlayacak’ bir pozisyona getirmek isteyecektir. Böyle bir durum söz konusudur.

Rusya’nın gelmesi Türkiye’nin Ortadoğu politikası bu açıdan izlenmesi gereken bir durumdur. Türkiye’nin ne yapacağını izlemek gerekir. Çünkü Türkiye, AKP hükümeti çok ciddi bir risk altındadır. Risk altında olduklarını biliyorlar. Bu risk altında olmak, onlara büyük bir iktidar kaybına yol açacak. Bu iktidar kaybının nelere mal olacağını kestiriyorlar. Ve bu duruma düşmemek için ne yapacaktır, Türkiye toplumunda algı yaratacaktır, yaratmış olduğu algılar ile Türkiye toplumunu büyük bir maceranın içerisine sürükleyerek, büyük bir Kürt savaşına sürükleyerek, Kanton’larla savaşa sürükleyerek, Ortadoğu ve Suriye savaşına sürükleyerek büyük bir belayı getirmenin potansiyelini taşıyor.

Eğer bunu yapamazsa AKP hükümeti mevcut durumda Ortadoğu’da, dünya da fazla bir şey etmiyor. Ancak bununla kendisini var edebileceğini düşünüyor. Bununla var etmek de oldukça tehlikelidir. Ciddi bir savaşın içine girmeyi gerektiriyor. Türkiye’de böyle bir sürece girdiğinde ne olacağı çok belli değildir. Şu anda Türkiye nereyi elinde tutmak istiyor? Elinde tutmak istediği yer, kantonların meşruluğunu kabul etmiyor, taciz ediyor ama fiili müdahalede bulunmuyor. Ama Fırat’ın batısı, Cerablus’tan başlayıp Akdeniz’e kadar hat ise, bir güvenlik bölgesi biçimde elinde tutmak istiyor. Ortadoğu’ya açılan bir kapıyı elinde tutmak istiyor. 

BÖLGEDEKİ ÇATIŞMALAR DAHA SÜRECEK

Diğer taraftan rejim ve Rusya ise, rejim başarısı için selefi güçlerin eline geçirdiği alanları tekrar rejim almasını sağlamak için bir stratejiyle hareket ediyor. Böyle baktığın zaman Türkmen dağına geliştirdikleri operasyonu anlamak mümkündür. Türkiye’nin veya koalisyon güçlerinin Cerablus üzerinde Türkiye’nin lehine geliştirmek istedikleri bir siyaset karşısında o bu alanlara daha çok rejimi hakim kılmak istiyor. Aksi taktirde Suriye’nin bölünmüş halinde herkesin elinde bir parça iktidar ve toprak olduğu yerde bir başarı yoktur, çözümde çıkmaz oradan. Onun için de güç olmak gerekiyor.

O zaman rejimin kurulacak rejimin Suriye’de bir güç olarak varlığını bilmesi için mevcut alanları eline geçirmesi gerekir. Mevcut alanların başında neresi geliyor? Şu anda El Nusra’nın olduğu alanı temel alırsak İdlib’e bakarsak, o zaman Türkmenlerin elindeki, Lazkiye’den başlayarak Cerablus’a kadar hat üzerinde büyük bir başarı kazanması İdlib’i düşürmesi gerekiyor. Bunu düşürmediği sürece Rusya’nın oradaki varlığı anlamlı değildir. Hiçbir varlık gösteremez, rejim de kurulacak olan Suriye’de olmayacaktır. Burası onlar için vazgeçilmez alandır. Vazgeçilmez alan bir operasyon gelişiyor. Bunun içerisinde İran askeri var, fiilen savaşıyorlar, Rusya tarafından hava bombardımanları çok yoğun, Hazar denizinden füzeler atılıyor, aktif rol oynuyorlar ve Suriye rejiminin askeri burada aktif rol oynuyor. Türkiye bu aktivitenin başarılı olması halinde Suriye’deki en son kalıntısını da kaybedecektir. Şu anda DAİŞ’le ilişkilerini iki kapı üzerinden yürütüyor. Bir Karkamış kapısı üzerinden yürütüyor, bir de Reyhanlı üzerinden yürütüyor.

Günümüzde bile oradaki DAİŞ’e, El Nusra’ya, Ahrari Şam’a günlük olarak ilişkileniyor, cephane silah gönderiyor. Oradaki canlı bombaları alıp Türkiye’ye oradan da Avrupa’ya gönderiyor. Uluslararası gelip katılmak isteyen güçler o iki kapından halen geçiyorlar. Günlük onların bunları bilgisi geliyor ve fotoğrafları bile var. Tek bu iki kapı kalmış, daha önceki her şeyi kaybetti. Amerika kısmen buna göz yumuyor. Bunu bildiği halde Türkiye ile ittifak ve ilişki temelinde buna göz yumuyorlar. Ama bu faaliyetin yürütülmesi ise, Rusya için Suriye için ölüm demektir. O zaman burada çatışma çok belirgindir. Savaş çok belirgin hale geliyor. Burada bir çatışma sürecektir.

Eğer Türkiye provokatif yaklaşımlarıyla bir sonuç elde edemezse, karşı güçlerin kararlığına baktığımız zaman, bu bölgeyi de tümden kaybetme gibi bir durum içerisine girecektir. Oradaki Kürt’lere karşı ‘Fırat’ın batısına geçerse şöyle yaparız, böyle yaparız, vururuz, tankla, topla, bir günde ezeriz, bir günde geçeriz’ gibi söylemler Rusya karşısında sökmez. Bugün tartıştıkları o güvenlik bölgesinde artık Rusya söz sahibidir. Ve uçağı düşmesiyle birlikte Rusya artık oradan vazgeçmeyecek bir durumdadır. DAİŞ çeteleriyle, Nusra çeteleriyle kurmuş oldukları ilişki bağlarını da kaybetmekle karşı karşıya kalacaktır. Eğer provokatif yaklaşımlarında başarılı olmazsa Türkiye böyle bir maceranın içerisine sürüklenecektir.

ORTADOĞU’DA ÜÇÜNCÜ ÇİZDİ VAR

Şimdiye kadar Ortadoğu’ya yapılan müdahale ve krizin ortaya çıkmasından bu yana belirgin olan temel çizgiler var. Şimdiye kadar Ortadoğu’da daha çok hareketimiz bir ‘terör’ hareketi temelinde izole edilmiş bir pozisyonda tutulmak isteniyordu. Ama son Ortadoğu’daki gelişmeler ile birlikte hareketimizin oynamış olduğu rol ve ortaya çıkan gerçeklikler yeni bir durum ve ardından Suriye krizi ve Rojava ise tamamen yeni bir durum olarak değerlendirmek gerekiyor.

Üç temel çizgi var şimdi Ortadoğu’da, birincisi; uluslararası güçlerin geliştirmek istediği bir çizgidir. Onların geliştirdiği bir siyasettir. İkincisi; bölgesel hegemonik geliştirmek istediği bir çizgidir. Üçüncü bir çizgi ise, PKK’nin 40 yıllık mücadelesini ve paradigmasının ortaya koymuş olduğu ve kısmen onun Rojava’da ifadesini bulan bir çizgi ve onun mücadelesini ve direnişidir. Şimdi doğal olarak bütün bu Ortadoğu krizinde çok aktif rol oynadı Kürt’ler. Uluslararası ve bölgesel bağlantılı işbirlikçi temelde rol oynayan bir kısım Kürt’ler çok büyük bir varlık olamadılar, ellerindeki gücü bile koruyacak durumda değillerdir. Daha çok işbirlikçi temelde onun bunun siyasetine angaje olmuş bir duruş kendini ayakta tutmak istiyor.

Bir Türkiye ile ilişkilenerek ki, Türkiye iflas etmiş bir ülkedir. Hala kendi geleceğini ifade edecek kadar, Sünnilikle ifade edecek kadar, el altında DAİŞ’le ilişkilenmek temelinde siyaset yaparak daha çok kendi iç iktidar hegemonyası ve ailesel çıkarları peşinde olan işbirlikçi bir siyasettir. Bu bir Kürt siyaseti değildir. Bu eskiden beri sömürgecilerin Kürdistan’da yerleştirdiği bir anlayışın, bir zihniyetin, bir hegemonyanın bir biçimidir. Buradan bir sonuç ortaya çıkmaz. Ama PKK’nin paradigması temelinde de bir çizgi ortaya çıkmıştır. Daha çok halkları kendisine esas alan, toplumu kendisine esas alan, özgürlüğü, eşitliği kendisine esas alan, adaleti, ahlakı kendisine esas alan özgürlükçü bir çizgi Ortadoğu’da PKK paradigmasında ortaya çıkıp, Rojava’da ise ete kemiğe bürünmüştür. 

ROJAVA DEVRİMİ

Rojava’ya baktığımız zaman bunu çok iyi görebiliriz. Artık şimdi o zaman Ortadoğu’da şekillenirken, özetlediğim Ortadoğu gerçeğinde Kürt faktörünü kesinlikle göz ardı etmemek lazım. Ortadoğu krizi, tarihsel boyunca ve günümüz de Kürtlerle ilintili bir krizdir. Kapitalizmin Ortadoğu’ya girişi ve ulus-devletlerin oluşum süreci aynı zaman da Kürtlerin yok, sayıldığı imha edildiği, yok edilmek istendiği süreçtir de. Ama yüzyıllık uygulamalara rağmen, bunu başaramamışlardır. Kürt’ler bir biçimiyle kendi varlığını korumuşlardır. PKK’nin şahsında modern bir ulusal kurtuluş hareketi olarak yeni bir durum olarak ortaya çıktı. Ve bu krizi Kürt inkarının dan beslenerek kendi varlığını sürdürürken, Kürt’ler bu krizin çözümünde PKK’yi ortaya çıkararak doğru bir çözümün adresini göstermeye başladı. 

O zaman Ortadoğu’da krizin Kürt’lerle bağlantısı ve krizin ortaya çıkışından sonra yürütülen savaşta Kürt’lerin neyi temsil ettiği çok iyi anlaşılmak durumundadır. Bizi üçüncü çizgi dediğimiz bu. Herhangi bir gücün varlığıyla kendisini ifade eden bir çizgi değil. Bu daha çok bölgeyi, halkı esas alan bir çizgi. Bunun sistemi, bunun siyasal sistemi, bunun toplumsal sistemi, bunun ekonomik sistemi temelinde Ortadoğu’ya yeni bir bakış açısı, Ortadoğu’daki sorunların çözmenin bir yaklaşımı olarak görmek gerekiyor. 

DAİŞ’E KARŞI TARİHİ DİRENİŞ

PKK bu rolünü oynadı. 40 yıldır Türkiye’ye ye karşı verdiği bir mücadele ve bu mücadele ile Ortadoğu’yu etkileme, yine Kürdistan’ın dört parçasını etkileme boyutu önemlidir. Fakat bu 40 yıllık birikimin DAİŞ gibi bir durumun ortaya çıkmasında herkesin kaçtığı, korktuğu teslim olduğu bir dönemde çaresiz kaldığı bir dönemde, Rojava’da PKK çizgisine yakın olan Kürt’lerin DAİŞ karşısında yürütmüş oldukları direniş gerçek anlamda Ortadoğu’nun sorunun bu olduğunu, sorunun nasıl çözüleceğinin de gösteren önemli bir çıkış oldu. Ortadoğu’da en istikrarlı, en tutarlı, en özgürlükçü çizgi Kürt’lerin şahsında PKK temsil edildiği Kürt’lerin şahsında temsil edildi. Bunun en büyük direnişi Rojava’da ve Güney Kürdistan’da yürütüldü. Rojava’da elde edilen başarılarla nasıl bir sistemin ön gördüğünün inşa sürecini de başlattı. Şimdiye kadar yürütmüş olduğu siyasetle doğruluğunu kanıtladı. Ama yürütmüş olduğu siyasetle ortaya çıkarmış olduğu sonucu da nasıl bir sistemi ön gördüğünü Rojava’da ortaya çıkan kantonlar şahsında ortaya koydu.

Gerçek anlamda çözümün adresini ortaya koydu. Bunun dışında bir çözümün Ortadoğu’da mümkün olmayacağını, ne Amerikancı bir çözüm, ne Rusya’nın çözüm, ne de bölgesel hegemonik güçlerin çözüm üretmediğini onların yürütmüş olduğunu sadece bir hegemonya savaşı olduğunu ama esas Ortadoğu’nun asırlardır birikmiş esas sorununun çözümünü ise, Ortadoğu’nun tarihsel ve toplumsal gerçeğiyle uyumlu bir şekilde ortaya koymuştur. Bakıyoruz bugün en başarılı olan onlardır. Şimdi artık bu göz ardı edilecek bir durumda değildir. Ortadoğu krizinde PKK öncülüğünde PYD öncülüğünde gelişen Kürt direnişi Ortadoğu’da ciddi bir güç durumundandır. Ve Ortadoğu şekillendiğinde yeni bir Ortadoğu ortaya çıktığında Kürtler yok sayılarak yeni bir Ortadoğu’yu inşa etmek artık mümkün değildir. Bu her dört parça Kürdistan’da bu böyledir, Suriye’de bu çok daha bu böyledir.

Çünkü geliştirmiş oldukları çözüm modelleri çok realisttir. Mesela demokratik bir Suriye özerk bir bölgeler sistemi ve buna bağlı bir siyaset yapma, herkes daha çok uluslararası güçlerle ilişkilenmek temelinde kendisini güç haline getirirken, Rojava’da daha çok Demokratik bir Suriye’de herkesin kendisinin özgürce ifade ettiği, herkesin kendisini yönettiği bir Suriye modelinden hareket ediyor. Ve bu modelden yana olan herkesle ilişkilenerek ve yaratmış olduğu bir güçle Suriye’de bir yanıyla savaşa ve çatışmaya çok meydan vermeyen bir politika güdüyor. Ama diğer taraftan da kurulacak Suriye rejiminin daha özgürlükçü bir rejim olması gibi bir hedefle hareket ediyor. Bu üçüncü çizgi bugün maddi olarak Rojava’da, maddi olarak Türkiye’de ve Güney Kürdistan’da bir güç haline geldiği kadar aynı zaman da Ortadoğu’da da çok büyük bir etkisi vardır. Ama bu etki aynı zaman da dünyanın birçok yerine de etki yapan bir pozisyondandır. Bugün anti-kapitalist olanlar, çeşitli arayış içerisinde olanlar, özgürlük arayışı içerisinde olan birçok etnik, dini, toplumsal cinsi birçok kesim burada artık kendisini ifade etmenin adresini adeta bulmuş bir durumdadırlar.

Burayla ilişkilenmek ve bu modelin sosyalizmle özgürlüğü geliştirmenin ilişki arayışı içerisindedirler. Bir güç olarak da dikkate aldığımızda, halkların ve farklılıkların gücü Rojava’yı ve PKK’yi ele aldığımızda o zaman Ortadoğu’da nelerin olabileceği konusu ciddi bir durumdur. Rusya ve ittifaklarının politikası, Amerika ve ittifaklarının politikası, bölge güçlerinin politikası bir de halkların politikası vardır.   

TEK ÇÖZÜM: DEMOKRATİK SURİYE

Şimdiye kadar halklar politika yapamadılar. Tunus, Libya, Mısır’da yapamadılar, Suriye’de kendi muhalefetini bile ortaya çıkaramadılar. Bir muhalefet yok Suriye’de, ama bu çizgi temelinde ciddi bir muhalefet nerede ortaya çıktı, Rojava’ da ortaya çıktı. Ama Rojava’ da ortaya çıkan muhalefet nasıl bir muhalefettir, çatışmaya zorlayan, çatışmalardan beslenen sürekli provokatör yaklaşımlarla siyaset yapan bir muhalefet değil bu. Bu muhalefet özgürlükler temelinde özgürlükçü yaklaşımlar temelinde sorunların siyasal çözümünü kendine hedef koymuş. Kendi özgürlüğünden hiçbir zaman vazgeçememek kaydıyla eşitlikten özgürlükten vazgeçememek kaydıyla herkesle ilişkilenip, herkesi kendi yerine oturtma doğru bir çizgisi temelinde bugün varlık oluyor. Onun için de çok güçlü bir pozisyondadır.

Bugün Suriye’de hem PYD’nin, kantonlar düzeyinde ortaya çıkardığı sonuçlar vardır, hem de demokratik Suriye’nin birleşik güçlerin yaratmada son dönemde ortaya çıkardığı bir mevzi vardır. Bunun dışında bir muhalefet var mıdır Suriye’de? Bir muhalefet yoktur. DAİŞ dediğimiz Irak kökenli, eski El Kaide örgütüdür, dışarıdan gelmedir. Şimdi Müslüman Kardeşler, Mısır eksenlidir. Dışarıdan gelme Suudi beslemesidir. El Nusra, El Kaide’nin bir koludur. Ahrari Şam Türkiye ve Suudi’lerin talepleri doğrultusunda hareket eden bir örgüttür. Bunlar Suriye’nin yerleşik gücü değildir. 

Ve bunlar daha çok uluslararası cihatçı oluşumlardır. Peki Suriye’de yerleşik olan güç kimdir, Rojava’da Kürt’lerdir. Şu anda demokratik Suriye temelinde Rojava’daki Kürt’lerle birleşen diğer irili ufaklı oluşumlardır. Suriye’nin demokratik birliğidir. Gerçek anlamda Suriye’nin sorunun çözümünün adresidir de. Suriye’yi doğru bir temelde çözüme götürebilecek bir modeli ortaya çıkarabilecek, bu modeli Ortadoğu’ya yaya bilecek temel bir güçtür.

Basite almamak gerekiyor. Ama bu güç aynı zaman da bu başarıyı göstermezse Suriye’de kurulacak yeni bir rejim her hangi bir hegemonik gücün diktatöryası alt birleşecek rejim hiçbir zaman olmayacak buna fırsat verilmeyecektir. Bunun varlığı dikkate alınacaktır. Ve bunun varlığına cevap olabilecek bir takım çözümler ancak çözüm düzeyde bir denge ve istikrar sağlayabilir. Bunun dışında herhangi bir çözüm yoktur. Ne Rusya Baas ittifakı, ne Amerika ve Türkiye ittifakı Suriye’de bir çözümün ittifakı değildir. Buradan çözüm üremez. Burada hegemonya ürer. Hiçbir hegemonik güçte demokratik değildir. Burada sürekli savaş ve egemenlik ürer.

Ama diğer taraftan demokratik Suriye, birleşik Suriye, federatif Suriye, özerk Suriye bir çözüm adresidir. Herkesin kendisini özgürce ifade ettiği bir Suriye anlamına geliyor ki, gerçek anlamda birliğin, kardeşliğin de olabileceği bir modeldir. Ve işte PKK’nin paradigmasın da ve PKK’nin yürütmüş olduğu siyasal mücadele de sosyalizmi dayandırmak istediği temel çizgi budur. Ancak böyle bir ortamda sosyalizm gelişebilir. Ancak böyle bir ortamda gerçek anlamda demokratikleşme, halkların birliği, kardeşliği gelişebilir. Yoksa, milliyetçi şiarlarla olmaz. Bugün Türkiye’deki yaklaşımlara bakın, MHP kökenliler, Alperenler silahlanmışlar Türkmenlere yardıma gidiyorlar.

Niye, şimdiye kadar neredeydi? Şimdiye kadar yapılan katliamlar vardı, hiçbir tanesi sesini çıkarmadırlar. O zaman başarsan ne yapacaksın? O zaman Baas partisinin yerine Türkmen partisini iktidar yapacaksın, Baas’ı taklit eden bir parti rejim ortaya çıkaracaksın. Bu zihniyet vardır. Ama PYD’de de bu zihniyet yoktur. PYD şöyle bir zihniyetle hareketle etmiyor. ‘Ben iki milyonluk bir gücüm, Ezidiler şu kadarsınız, Süryaniler bu kadarsınız, Araplar bu kadarsınız’ demiyor. Hepsine kendi hakları kadar hak tanıyarak onlarla eşitlik tanıyarak onların kendi bölgesinde örgütleme hakkı tanıyarak, onların haklarına müdahale etmeyerek, ama onlarla birlikte mücadele vazgeçmeyen bir politika güdüyor. Başaracak olan bu politikadır. Diğeri başarsa bile yeni bir hegemonya ortaya çıkacaktır. Burada bunu görmek lazım.